Bir savaş iki ordunun ittifakıyla kazanılır: Biri gazâ ordusudur, diğeri dua ordusudur.” sözünde ifade edilen derin hakikati unutmamak gerekir. Zira her zafer yalnızca maddî güçle değil, manevî destekle de elde edilir. Kimi zaman cephede savaşanlar olur, kimi zaman ise ellerini semaya kaldırıp yalvaranlar... Her ikisi de aynı mücadelenin birer neferidir.
Bugün bizler gazâ ordusunda yer alamasak da, dua ordusunda yer almak için gayret göstermeliyiz. Kalbimizle, niyetimizle, dualarımızla mazlumlara omuz verebilir, zalimlere karşı saf tutabiliriz.
Tarihte bu hakikatin en güzel örneklerinden biri, imanlarını korumak uğruna zalim bir hükümdarın baskısından kaçan Ashâb-ı Kehf’tir. Genç yaşlarında yalnızca Allah’a kulluk etmek isteyen bu müminler, zorba Dakyanus’un ordusundan kaçarak bir mağaraya sığındılar. Sığınmakla kalmadılar, aynı zamanda şu şekilde dua ettiler:
“Rabbimiz, bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize kurtuluş yolu hazırla.”
Onların samimi duası, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle karşılık buldu. Rabbimiz onları tam 309 yıl uyuttu. Böylece hem zalimin zulmünden korundular hem de bir mucizeyle, çağlar ötesine uzanan bir mesajın taşıyıcısı oldular. Bu hadise, Kur’an-ı Kerim’de Ashâb-ı Kehf olarak zikredilerek, kıyamete kadar gelecek nesillere sabrın, duanın ve Allah’a tevekkülün örneği olarak bırakıldı.
Bugün yaşadığımız zulümler, mazlum coğrafyaların feryatları, dünyanın dört bir yanındaki adaletsizlikler karşısında hepimizin elinden bir şeyler gelmeyebilir. Ancak hiçbir engel, samimi bir dua etmeye engel değildir. Eller semaya kalktığında, kalpler Rahmân’a yöneldiğinde, nice mağaralar sığınak, nice karanlıklar aydınlık olabilir.
Unutulmamalıdır ki, dua yalnızca bir talep değil, bir duruş, bir bağlılık ve bir teslimiyettir. Rabbimize gönülden yapılan her yakarış, zulme karşı verilen sessiz ama sarsıcı bir cevaptır. O hâlde dua ordusunda yerimizi alalım. Çünkü dua edenler, yalnızca kendilerini değil; tüm ümmeti ayakta tutan sütunlardır.