Peygamber Efendimiz (asm), Ezd kabilesinden İbni Lütbiyye’yi zekât toplamak üzere görevlendirmişti. Vazifesini tamamlayıp dönen bu zat, “Şu mallar sizindir, şunlar da bana hediye edilenlerdir” diyerek iki ayrı mal grubu sundu. Bunun üzerine Resûlullah (asm), minbere çıkarak dikkat çeken bir konuşma yaptı:
“Eğer bu kişi sözünde sadıksa, babasının ya da annesinin evinde otursaydı da kendisine o hediyeler verilseydi ya! Allah’a yemin ederim ki sizden biri, haksız yere bir şey alırsa, kıyamet gününde o aldığıyla birlikte Allah’ın huzuruna çıkar. Deveyle gelenin devesi böğürür, koyunla gelenin koyunu meler, inekle gelenin ineği bağırır halde gelir.”
Resûlullah Efendimiz, konuşmasının sonunda koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırarak üç defa, “Allah’ım, tebliğ ettim mi?” diye nida etmiş ve bu sözlerin önemini ümmete vurgulamıştır.
Bu hadis, zekât memurlarının görev sırasında hediye kabul etmelerinin, aslında kamu görevini suiistimal etmek anlamına geldiğini ve bu davranışın bir çeşit rüşvet sayıldığını ortaya koyar. Ayrıca bu kural sadece zekât memurlarıyla sınırlı değildir; aynı maksatla hediye alan tüm kamu görevlilerini kapsar.
Zekât, İslâm’da farz olan mali bir ibadettir ve özellikle “emvâl-i zâhire” denilen mallar üzerinden devlet eliyle toplanır. Devlet görevlisi olan memurların hediye alması, görevdeki tarafsızlığa ve güvene zarar vereceğinden, Peygamber Efendimiz bu konuda son derece net ve uyarıcı bir tavır sergilemiştir.
Sonuç olarak, kamu görevi yapan herkesin, görev sırasında hediye almaktan uzak durması, hem dinî hem ahlaki bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.