İnsan, dünya hayatına aldanır. Sahip olduğu ömür sermayesini hiç bitmeyecek sanır. Malı, mülkü, gençliği, sağlığı… Hep yerinde kalacak zanneder. Fakat ölümün kapıyı çaldığı an, hakikat çıplak bir şekilde görünür. Ve pişmanlık, yüreği lime lime eden bir yangına dönüşür.

Dünyada elindeki nimetleri sadece kendi nefsine harcamış, ihtiyacı olana vermemiş, Allâh’ın rızasını gözetmemiş kimse… İşte o kişi ölüm anında yalvarır:
“Yâ Rabbî, ne olur beni geri gönder! Bu kez sâlih ameller işleyeceğim. Bu kez boş yaşamayacağım…”
Ama artık geçtir.
Artık dönüş yoktur.
Âyet apaçık söyler:

“Onlardan birine ölüm geldiğinde: ‘–Yâ Rabbî! Beni geri döndür. Belki geride bıraktığım dünyada sâlih ameller işlerim’ der. Asla! Bu sadece onun boş sözüdür. Onların önünde ise diriltilecekleri güne kadar sürecek bir berzah vardır.” (el-Mü’minûn, 99-100)

Öyle bir pişmanlık ki… Sadece bir an bile olsa dünyaya dönmek, bir defacık “Sübhânallah!” diyebilmek için yalvaracak. Bir kelime-i tevhid, bir tek zikir, bir tek secde… Onu yapabilecek kadar bir vakit için bile, ne olur Rabbim, dercesine... Ama heyhat!
O kapı bir kere kapandı mı, bir daha açılmaz.1B762Aad52E2B44A3Edf74B1Bd28F522

Kur’ân başka bir yerde, o pişmanlık hâlini şöyle tasvir eder:

“Keşke... Bir kez daha şansım olsa da muhsinlerden olsam.” (ez-Zümer, 58)

Günahkârın haykırışıdır bu. Ölüm hakikatiyle yüzleştiğinde “Ah keşke!” demekten başka elinden bir şey gelmez.
Zamanın kıymetini fark eder ama geç kalmıştır.
Oysa bir zamanlar; gençti, sağlıklıydı, imkânı vardı.
Şimdi ise hepsi elinden kayıp gitmiş ve yerini tarifsiz bir pişmanlık almıştır.

Ne gençlik geri gelir, ne de kaçırılmış bir secde.

Bugün elimizde olan en kıymetli nimet zamandır. Gençliğimiz, sağlığımız, imkânlarımız... Hepsi, amel işlemek için bize verilmiş fırsatlardır. Elimizden çıkmadan, değerini bilmek zorundayız.

Resûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her sabah uyanınca şöyle dua etmemizi isterdi:

“Öldükten sonra bizi dirilten Allâh’a hamd olsun. Dönüş de ancak O’nadır.” (Buhârî, Deavât, 8)

Çünkü uyku, ölümün küçük bir kardeşidir. Uyuduğumuzda Allâh’ı zikredemeyiz. Kalbimiz atsa da ruhumuz bedenimizden ayrılmış gibidir. Bu yüzden Efendimiz, sabah uyanan bir müminin şükürle güne başlamasını isterdi:

Üç Şey Kurtarır, Üç Şey Helâk Eder
Üç Şey Kurtarır, Üç Şey Helâk Eder
İçeriği Görüntüle

“Rûhumu tekrar bana veren, bedenimi afiyette kılan ve kendisini anmam için bana müsaade eden Allâh’ıma hamd olsun.” (Tirmizî, Deavât, 20)

İşte hâlâ okuyabiliyorsak bu satırları, hâlâ nefes alıyorsak; şükür sebebimiz çoktur.
Demek ki fırsat devam ediyor.
Günahlarımızın üzerini örtecek bir tevbe, kalbimizi yumuşatacak bir zikir, ömrümüzü nurlandıracak bir ibadet hâlâ elimizin altında.

Ama ölüm geldi mi… Her şey durur. O an, artık yalnızca yaşadıklarımızın hesabının görüleceği bir andır. Kabre konduğumuzda, üzerimize toprak atıldığında iş işten geçmiş olur.

Her cenazeye katılışımız bir ikazdır aslında.
O tabutun içinde yatan kişi artık hiçbir şey yapamaz.
Ama bizim hâlâ fırsatımız var.

O yüzden kabristandan dönerken kendi kendimize şunu söyleyebilmeliyiz:
“O fırsatlarını bitirdi, gitti. Ama ben yaşıyorum. Benim hâlâ bir şansım var.”

İsyan caziptir, çünkü şeytan onu süsler. Ama sonu acıdır.
İtaat ise zor gelir. Nefs ağırdan alır. Ama onun tadı kalır.
Cenneti kalır.

Allah bizlere şu kısa hayatı en güzel şekilde geçirip âhirete hazırlıklı gitmeyi, Rabbimizin rızasına ermiş olarak bu dünyadan ayrılmayı nasip eylesin.
Ve hepimize Yûsuf Aleyhisselâm’ın o yüce duasıyla can vermeyi lütfetsin:

“Yâ Rabbî! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yûsuf, 101)
Âmîn.