Modern eğitim sistemlerinin büyük çoğunluğu, insanı sadece beden ve zihin yapısından ibaret gören bir anlayış üzerine kuruludur. Oysa insan, sadece maddi bir varlık değil; aynı zamanda ruh taşıyan, vicdanla, irade ve sorumlulukla donatılmış mükerrem bir mahlûktur. Kur’ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimiz buyurur:
“Andolsun, insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4).
Bu en güzel yaratılışa uygun bir eğitim ise, yalnızca bilgi yükleyen değil; kalpleri de inşa eden bir sistemle mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8)
Bu hadis, ilim ve eğitim yolunun son durağının ahlâk olduğunu ve Allah rızasına uygun bir hayatla taçlandırılması gerektiğini açıkça ortaya koyar.
Tarihte bu hakikatin farkında olan ecdadımız, ilmi sadece zihinlerde değil, gönüllerde de yeşertmişti. Medreselerde tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin yanı sıra matematik, astronomi ve tıp da okutulurdu. Ancak her şeyden önce talebeye edepli olmanın, nefis terbiyesinin ve ihsan şuuru ile yaşamanın önemi aşılanırdı. Bunun neticesinde Mimar Sinan, “her taşını abdestle koydum” dediği camileriyle; Ali Kuşçu, gökyüzünü temaşa eden zarif ilmiyle; Piri Reis, denizleri ahlâk ve marifetle haritalandırmasıyla dünyaya örnek oldular.
Bugün ise maneviyattan kopuk bir eğitim anlayışı; çıkarcı, vicdansız, hatta zaman zaman zalim bir neslin yetişmesine zemin hazırlıyor. Kalbinde Allah korkusu olmayan bir doktor, insanı bir et yığını gibi görür. Oysa Yüce Allah, “Şifayı veren Ben’im” (Şuarâ, 26/80) buyurur. Bu ismi bilen bir hekim, elindeki ilmin Şâfî isminin bir tecellisi olduğunu idrak eder ve hastasına bir can emanetçisi gözüyle bakar.
Bir avukat, Allah’ın “el-Adl” yani mutlak adil sıfatını bilse, mazlumu ezmez, zalimi savunmaz. Bir hâkim, “es-Selâm” olan Allah'ın huzur ve barışa davet ettiğini anlasa, hükmünü adaletle verir, her iki tarafın da hakkını korumaya çalışır. Çünkü Rabbimiz buyurur:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun...” (Maide, 5/8).
Ziraatçı, toprağı sadece verim kaynağı olarak değil, Allah’ın emanet ettiği bir nimet olarak görse; içine hormon değil, bereket katar. Mimar, yaptığı binayı sırf görsellik için değil; sağlamlık ve zarafetle yoğurarak inşa ederdi. Çünkü bilir ki Allah, “Her şeyi en güzel şekilde yaratan” (Secde, 32/7) el-Musavvir’dir.
Eğitim, Allah’ın isimlerini tanımakla başlar. O isimleri tanıyan kişi, hayatına anlam ve sorumluluk kazandırır. Kur’ân ilmi sadece ezberle öğrenilecek bir bilgi değil, yaşanacak bir hayat şeklidir. Zira Yüce Kitap, şu hitapla seslenir:
“Sana bu Kitab’ı, sadece okunsun diye indirmedik; düşünesiniz, öğüt alasınız diye indirdik.” (Sâd, 38/29)
Bunun içindir ki davranışa dönüşmeyen, insanı nefsiyle baş başa bırakan her eğitim anlayışı, hem dünyada hem de âhirette hüsranla sonuçlanır. Kur’ân, kendisine kitap verilen fakat gereğiyle amel etmeyenleri **“kitap yüklü merkepler”**e benzeterek şöyle uyarır:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, koca ciltleri sırtında taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cum‘a, 62/5)
Bu bağlamda, her müminin ilmiyle amel etme sorumluluğu vardır. Eğitim, yalnızca kariyer ve geçim aracı değil; aynı zamanda kulluğun bir parçasıdır. Hz. Ali (r.a.) ne güzel buyurmuştur:
“İlim, amelle; amel ise ihlasla kaim olur.”
Öyleyse her Müslüman, gücü nispetinde eğitimi güzel ahlâkla yoğurmalı; talebeler manevî bir terbiyeden geçerek ihsan bilincine ulaşmalı, öğrendiklerini Allah rızasını önceleyerek insanlığa hizmette kullanmalıdır. İşte ancak bu şekilde hakiki başarı ve kurtuluşa ulaşmak mümkündür.