Allah Rasûlü Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in fani âlemden bâkî yurda irtihalinin ardından, ümmetin içindeki büyük boşluğu ilk hissedenlerden biri de Hazret-i Ömer (r.a.) oldu. Kalbi Resûlullah sevgisiyle dolup taşan bu yüce sahâbî, o derin ayrılığı gözyaşlarıyla şöyle haykırdı:
“Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Bir hurma kütüğüne dayanarak insanlara hitâb ederdin. Cemaat çoğaldığında bir minber yaptırmıştın. Hurma kütüğü Sen’in firâkına dayanamayıp inlemeye başlamıştı. Sen mübârek elini onun üzerine koyunca ancak sükûnete ermişti. O hâlde, Sen’in ümmetin, aralarından ayrıldığın için hurma kütüğünden daha çok ağlamalıdır…”
Hazret-i Ömer’in ağzından dökülen bu satırlar, Allah Rasûlü’nün yüceliğini, ümmeti için katlandığı cefâları ve Allah katındaki ulvî makamını bir bir gözler önüne seriyor. O öyle bir peygamberdi ki, parmaklarından su akmış, zehirli bir koyun dile gelmiş, yedi kat semayı Mirac gecesi aşmış ve her defasında ümmetinin affı için dua etmişti.
O’nun sabrı, tevâzûsu, merhameti ve ümmetiyle kurduğu benzersiz bağ; Hazret-i Ömer’in şu sözleriyle taçlanıyor:
“Eğer Sen yalnız emsalinle otursaydın, biz Sen’in yanında oturamazdık. Ama vallahi bizimle oturdun, bizden bâzılarıyla evlendin, bizden bâzılarını vekil tâyin ettin. Kaba yünlü elbise giydin, merkebe bindin, yemeklerini yerde yedin…”
Bu mersiye, yalnızca bir ağıt değil; aynı zamanda Ashâb-ı Kirâm’ın Rasûlullah’a olan derin sevgisinin, bağlılığının ve nebevi terbiyeyle nasıl şekillendiklerinin bir vesikasıdır. Bugün dahi kalpleri titreten bu sözler, ümmetin O’nun sünnetine, ahlâkına ve rahmet mesajına sarılması gerektiğini yeniden hatırlatıyor.