Namaz, kulun Rabbiyle baş başa kaldığı en derin ibadet anıdır. Bu özel buluşma anında kişinin dünya ile olan irtibatını kesmesi, zihnini ve kalbini sadece Allah’a yöneltmesi gerekir. Zira sahabe arasında anlatılan şu olay, namazda huşu ve sükûnetin ne denli önemli olduğunu göstermektedir:

Ümmü Ruman (r.a.) şöyle anlatır:

Bilmemek Mazur Sayılır mı? İslam’da Sorumluluğun Sınırları...
Bilmemek Mazur Sayılır mı? İslam’da Sorumluluğun Sınırları...
İçeriği Görüntüle

“Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir (r.a.) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da Resûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu işittiğini söyledi:

‘Biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların sükûneti namazın tamamındandır.’”

(Alûsi, Ruhu’l-me‘ânî, XVIII, 3)

Bu rivayet, bedenin hareketsizliğinin, iç huzur ve huşunun dışa yansıması olduğunu ortaya koymaktadır. Kişi namazda kıpır kıpır hareket ettiğinde zihninin başka şeylerle meşgul olduğu, kalbinin tam olarak Allah’a yönelmediği anlaşılır. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s.), namazda Yahudiler gibi sağa sola sallanarak kılınan bir ibadeti uygun görmemiş; sükûnet ve ağırbaşlılıkla eda edilen namazı tavsiye etmiştir.

Namazda dünya ile alâkayı kesmenin zirve örneği ise, bazı sahabelerin bedenine saplanan okun çıkarılması gibi son derece acı veren işlemlerin ancak namazda yapılmasına razı olmalarıdır. Çünkü onlar, Allah’ın huzurunda olduklarında başka hiçbir şeyi hissetmeyecek derecede yoğun bir ibadet şuuruna sahiptiler. “Zira bu takdirde okun çıkarılışındaki ızdırâbı hissetmeyeceğini biliyordu” ifadesi de bunu açıkça ortaya koymaktadır.

İşte bu ölçüde dikkat ve teslimiyet içinde namaz kılmak, sadece bir ibadet değil; aynı zamanda kalbin eğitimi, benliğin tezkiyesi ve Allah’a gerçek kulluğun ifadesidir.