Muhabbet, insanın kalbinde yer eden en kuvvetli bağdır. Gönül kimi severse, onunla hemhâl olur; zâhiren uzaklık bile ruhen kurulan bu yakınlığı engelleyemez. Nitekim bu hakikati Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” sözüyle veciz biçimde ifade etmiştir.

Sevgiyle dolu bir gönül, sevdiği her şeyi anmak ister. Bir anne çocuğundan, bir sanatkâr işinden, bir âşık maşukundan söz ettikçe huzur bulur. Aynı şekilde, Rabbine aşkla bağlı bir mü’min de, O’nu andıkça, O’nunla zikrullahta buluştukça kalbî tatmini yakalar.

Allah Teâlâ'nın kudretinden, azametinden ve rahmetinden bahsetmek, mü’minin rûhunda derin bir vecd ve manevî lezzet uyandırır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu manevî hakikat şöyle beyan edilir:
“…Bilesiniz ki kalpler, ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de:
“Allah’ı zikredenle zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir.” (Buhârî, Deavât, 66) buyurarak zikrin hayatî önemini vurgulamıştır.

“Önce Kardeşim İçsin Dediler, Şehit Oldular: Yermuk’tan Günümüze İnfâkın Zirvesi”
“Önce Kardeşim İçsin Dediler, Şehit Oldular: Yermuk’tan Günümüze İnfâkın Zirvesi”
İçeriği Görüntüle

Zikir, mü’minin nefsânî arzu ve gaflet perdelerini aralayarak rûhunu ilâhî nûrla aydınlatır. Zikirde ilerleyen kalpler, bu manevî lezzeti tattıkça, Hakk’a olan yakınlıkları artar. Öyle ki, artık zikir onların için bir alışkanlık değil, bir aşka dönüşür.

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Said el-Harrâz Hazretleri bu hâli şöyle anlatır:
“Cenâb-ı Hak, bir kula velâyet lütfedeceği zaman, önce zikir kapısını açar. Kalbine zikrin tadını verir. Sonra o kulu yakınlık makamına ulaştırır ve asıl hakikatler o zaman başlar.”

Zikir, sadece dilin tekrarı değil, gönlün Rabbiyle kurduğu derin ve ihlaslı bir bağdır. Bu bağ güçlendikçe mü’minin kalbi fânî muhabbetlerden sıyrılarak bâkî olana yönelir; asıl huzuru da burada bulur.