Zira Efendimiz’i gerçek mânâda tanıyıp O’ndan lâyıkıyla istifâde etmenin yegâne şartı, gönülden bir muhabbet ve derin bir hürmet beslemektir. O’nu tanımak, sadece biyografik bilgileri öğrenmekle sınırlı değildir. Efendimiz’i tanımak, O’nun gönül dünyasını idrak etmek, yaşayışıyla örnek aldığı ilâhî prensipleri anlamak ve hayatına tatbik etmektir. Bu da, ancak O’na karşı beslenen samimi bir sevgi ve saygı ile mümkün olabilir.
Bu hakikatin farkında olan ashâb-ı kirâm, dünyadaki hiçbir şeyi Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne koymamıştır. Ne zenginlik, ne evlat, ne aile, ne de can sevgisi… Onlar için en yüce sevda, Allah’ın rızasına vesile olacak bir hayat yaşamak ve Rasûlullah’a olan bağlılığı en üstün şekilde göstermektir. Ashâb, mallarını, canlarını, sevdiklerini gerektiğinde terk etmiş; Rasûlullah’ın yanında yer almak, O’nunla birlikte olmak için en ağır imtihanlara sabırla göğüs germiştir. Çünkü onlar, fanî olanla bâkî olanı ayırt edecek bir basirete sahipti.
Zira mal da, mülk de, evlat da, nihayetinde bu dünyada kalacaktır. Oysa Allah ve Rasûlü’nün sevgisi, insanın kalbine ebediyet mührünü vurur. Bu sevgi, ahiret saadetinin temelidir. Kul, gönlünde Allah ve Rasûlullah sevgisini en yüce makama yerleştirdiğinde, bu sevgi onu hem dünyada hem ahirette izzetli kılar.
Bugünün insanı için de aynı gerçek geçerlidir. Günümüzün karmaşasında, sevgilerin sahteleştiği, değersizleştiği bir çağda; Efendimiz’e duyulan gerçek sevgi ve derin bağlılık, insanın hem yolunu hem yönünü aydınlatan en kıymetli ışıktır. O’na duyulan hürmet, yalnızca sözle değil, yaşamla, ahlâkla ve kalpten gelen sadakatle gösterildiğinde anlam kazanır. Çünkü O, sadece bir dönemin değil, tüm çağların rehberi ve rahmetidir.