Âhiret endişesini yüreğinde taşıyan bir mü’minin kalbi, hayat yolculuğunda iki korku arasında çırpınır:
Geçmişin Korkusu…
Birincisi; ömründen geçen, defteri dürülmüş ve artık dönüşü olmayan günlerin korkusudur…
Zira Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdığı dosyada düzeltme, silme, değiştirme imkânı yoktur.
Yegâne çare; kalbin yanarcasına günahlardan nefret etmesi, tevbe ile yanıp istiğfâr ile sığınmasıdır.
Ancak tevbe nasip olacak mı? Oldu diyelim, acaba kabul edilecek mi?.. Bu da meçhul.
Mevlânâ Hazretleri, günahların kişiyi nasıl ulvî makamlardan mahrum bıraktığını ne güzel anlatır:
“Evet, af vardır.
Fakat ümit ışığının aydınlığı nerede ki kulun takvâ sebebiyle yüzü ak olsun ve nurlansın.
Hırsız affedilse bile, sadece canını kurtardığına sevinir.
Yoksa o kişi, vezir ya da hazine emîni olabilir mi?”
Geleceğin Korkusu…
İkincisi ise; kader defterinde yazılı gelecek günlerin nasıl tezâhür edeceği, ne tür hâdiseleri beraberinde getireceğidir.
Bir mü’minin en büyük derdi; Rabb’inin rızâsını kazanmak ve geçmişteki gaflet ve günahlarını hasenâta, yani güzel amellere dönüştürmenin yollarını aramaktır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Din nasihattir.”
(Müslim, Îman, 95)
O hâlde insanlar içinde en hayırlı olanlar;
Allah’ın kullarını, yeniden Allah’a kul olmaya dâvet eden,
gönüllere ilâhî muhabbet tohumları ekenlerdir…