İslâm ahlâkının en parlak tezâhürlerinden biri olan hilim (yumuşak huyluluk, öfkesini kontrol etme) ve müsâmaha (hoşgörü), Peygamber Efendimiz’in hayatında en mükemmel hâlini bulmuştur. O, hak ve adaletin yanındayken bile şefkatten ayrılmamış; kaba davranışa gülümsemeyle, haksızlığa sabırla, günaha düşene merhametle yaklaşmıştır.
Borç isteyen bir bedevîye sabır ve ikramla karşılık vermesi, ganimet taksiminde cimrilikle suçlandığında cömertliğini ispatlaması, hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik’e on yıl boyunca tek bir azarlama bile etmemesi, yeni Müslüman olanların hatalarına yumuşaklıkla yaklaşması bunun en güzel örneklerindendir.
Bir yahûdî âlim olan Zeyd bin Sa’ne’nin kaba tavırlarına karşı gösterdiği sabır ve adalet, sonunda onun Müslüman olmasına vesile olmuş; mescitte uygunsuz davranan bedevîye karşı eğitici bir nezaket sergilemiş; günahkârlara karşı beddua değil dua etmiş; kendisine hakaret edenlere “Allah seni affetsin” diyerek üstün ahlakı yaşatmıştır.
Bu tavırların özünde, Allah Rasûlü’nün şu hakikat dolu sözü yer almaktadır:
“Rıfktan (yumuşak huyluluktan, mülâyimlikten) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67)
Hilm ve müsâmaha, zulme teslim olmak değil; merhamet, şefkat ve adalet dengesini yaşayarak gönülleri kazanmak demektir. Efendimiz’in hayatı, bu yüce ahlâkın en canlı örneği olarak müminlere yol göstermeye devam etmektedir.