“Ey ölümden korkan gönül! Sen aslında ölümden değil, kendinden korkuyorsun…”

İnsanoğlunun en derin, en sessiz korkusudur ölüm. Hayat meçhullere açılan bir yolculuksa, ölüm de bu yolculuğun kapısıdır. Ve o kapının ardında ne olduğunu bilmeyen her yürek, titremeye mahkûmdur. Fakat bu korkuyu dindiren, o bilinmezliğe nur saçan bir hakikat vardır: “Âhirete iman.”

Âkıbet Belirsiz, Yol İnce

Kul için son nefes garantili bir kurtuluş belgesi değildir. Zira nice sapkın, ömrünün sonunda hidayetle şereflenmiş; nice âlim, sonunda hüsrana düşmüştür. Firavun’un sihirbazları canlarını Rabb'e teslim ederken, Kârun ve Bel’am bin Baura gibi kimileri ise iman nuruyla başlayıp cehennem karanlığında son bulmuşlardır. Nefs ve şeytan, her adımda pusudadır. Unutmayalım ki şeytan Rabb’ine şöyle demiştir:

“Sırat-ı müstakîm üzere oturacağım ve kullarını saptıracağım!”
(A’râf, 16)

Bu düşmanlık ebedîdir, ta ki kıyamet sabahına dek. Ancak bir grup vardır ki şeytan bile onların karşısında âcizliğini itiraf eder:

“Ancak ihlâs sahibi kulların müstesnâ!”
(Sâd, 83)

Ölüm Korkusu Nereden Gelir?

Peygamberler dışında hiç kimse, iman yolunda mutlak güvenceye sahip değildir. Her kul, Allah’ın lütfu olan ömrünü en verimli şekilde değerlendirme sorumluluğunu taşır. Asıl mesele, ölümden korkmak değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkmaktır.

Çünkü sâlihâne bir hayat sürenler için ölüm, son değil; vuslatın başlangıcıdır. Onlar ölümden ürkmez; tam aksine, onu bir bayram sabahı gibi karşılarlar. Fakat gafletle geçen bir ömür, ölümün karanlığını çoğaltır. Mevlânâ’nın şu sözleri, bu gerçeği ruhun derinliklerine dokunurcasına anlatır:

“Ey ölümden kaçan can! Gerçekte korktuğun ölüm değil, kendi çirkin yüzündür. Ölüm aynasında gördüğün, bizzat kendindir...”

Ölmeden Evvel Ölmek

Kendini aşan, benliğini bertaraf eden, nefsin zincirlerini kıran kul; “ölmeden evvel ölen”lerdendir. Bu makam, ölüm korkusunu değil, vuslat heyecanını taşır. Ölüm, onun nazarında bir tehdit değil; Refîk-ı A’lâ’ya, yani “yüce dosta” doğru atılan ilk adımdır.

İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sırrın en büyük tecellisidir. Onun vefâtı bir son değil, Allah’a kavuşmanın en kutlu anıydı. Son anlarında yanında Cebrâil ve Azrâil vardı. Cebrâil:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Ölüm meleği senden izin istiyor!” dedi.

Azrâil:

“Ey Rasûl! Emredersen ruhunu alırım, istersen bırakırım…” diye sordu.

Ölümden Sonsuzluğa: Kabirden Ahirete Ruhun Mukaddes Yolculuğu
Ölümden Sonsuzluğa: Kabirden Ahirete Ruhun Mukaddes Yolculuğu
İçeriği Görüntüle

O an Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâil’in şu sözünü işitti:

“Ey Ahmed! Rabbin seni özlüyor!”

Ve ardından şöyle buyurdu:

“Allah katındaki daha hayırlı, daha ebedîdir. Ey ölüm meleği, rûhumu al!”
“Refîk-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ!..”

Bu, ölümle buluşan bir peygamberin vuslat nidasıydı.

Mevlânâ’nın Düğün Gecesi

Tıpkı Rasûlullah gibi, Mevlânâ da ölümü bir ayrılık değil, buluşma olarak gördü. Hastalığında ziyaretine gelen dostlarına, Şeyh Sadreddin’in “Şifa bulursun inşâallah” duasına şu cevabı verdi:

“Şifa size mübarek olsun. Âşık ile Maşuk arasında sadece bir kıl kaldı artık. Onun da kalkmasını istemiyor musunuz?”

O, ölüm için “Şeb-i Arûs” dedi. Yani, “Düğün Gecesi.” Çünkü onun için ölüm, Hüsn-i Mutlak’a, yani sonsuz güzelliğin sahibine kavuşmaktı.

Rubâîlerinde ise bu hali şöyle dile getirdi:

“Ben ölünce bana ölü demeyin, çünkü ölüydüm; ölümle dirildim. Dost aldı götürdü beni…”

Sonuç: Korkulacak Olan Ölüm Değil, Hazırlıksızlıktır

Ölüm, her an kapımızı çalabilecek bir gerçektir. Ancak o kapıyı hazırlıklı çalmak mümkündür. Salih amel, ihlâs ve teslimiyetle bezenmiş bir ömür; ölümü düşman değil, dost yapar. Asıl mesele ölümü güzelleştirebilmektir. Çünkü ölümün yüzü, bize bizim yüzümüzü gösterir.

“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir…”
(Mevlânâ)

Hazırlıklı olan için ölüm, bir korku değil; vuslat gecesidir. Unutma: Ölümden korkma, korkulacak tek şey; onsuz bir ebediyet için hazırlıksız yaşamaktır.