Dünya, mü’min için bir imtihan yurdudur. Allah Teâlâ’nın razı olduğu kullar, bu dünyada çeşitli zorluklara maruz kalır. Canla, malla, evlatla, hastalıkla ve türlü sıkıntılarla sınanır. Bu imtihanların amacı, kulun sabrını, teslimiyetini ve tevekkülünü ortaya koymaktır.
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), mü’minin bu dünyadaki hâlini şöyle tarif eder:
“Mü’min, taze buğdaya benzer; rüzgâr onu devamlı sağa sola yatırır, o devamlı sıkıntılarla karşılaşır. Münafık ise çam ağacına benzer; sağa sola sallanmadan dimdik durur ama vakti geldiğinde birden devriliverir.”
(Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 52)
Sıkıntılar, mü’minin günahlarına kefaret olur
Mü’min, başına gelen belâ ve musibetler karşısında sabırla, metanetle ve tevekkülle davranır. Her zorlukta Rabbine daha da yaklaşır. En küçük bir hastalık, bir diken batması, bir gözyaşı bile onun için ya günahlarına keffâret olur ya da ahiretteki derecesini artırır.
İmtihan geçtikten sonra ise Allah’a şükreder. Zira bilir ki imtihanlar, sevilen kullara özeldir. Rahat zamanlar da bir şükür vesilesidir. Mü’minin tüm hayatı ya sabırla ya da şükürle geçer. Ölüm geldiğinde ise, tertemiz bir kalple Rabbine kavuşur.
Münafık görünüşte sağlam, aslında köksüzdür
Hadisin devamında münafığın hâli ise çam ağacına benzetilir. Çam ağacı, ilk bakışta dimdik görünür. Ne rüzgâr sallar ne fırtına yıpratır. Ancak kökü zayıftır. O daima nefsiyle yaşar, dünyaya aldanır, ibadet ve ahlakla beslenmez. Nihayetinde bir imtihanla aniden devrilir ve ebedî hüsrana uğrar.
Belâ bazen bir rahmet, nimet ise bir istidraçtır
İlâhî kaderde her musibet, bir uyarı ve rahmet vesilesi olabilir. Fakat bu, her kul için geçerli değildir. Kur’an’a göre, inkârda ısrar edenler, çoğu zaman az bela görür; hatta nimetleri artar, malları çoğalır. Bu da onların dünya hayatında iyice şımarması ve azabın ansızın gelmesi için verilen bir mühlettir:
“İnkâr edenlere mühlet vermemiz, kendileri için hayırlı değildir. Biz onlara ancak günahlarını arttırsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için zelil edici bir azap vardır.”
(Âl-i İmrân, 178)