İslâm’ın doğduğu dönem, dünyanın süper güçleri Bizans ve İran’ın ahlâkî çöküş yaşadığı, diğer medeniyetlerin de sapkın inanç ve yozlaşmalarla boğulduğu bir zamandı. Buna karşılık, Arap Yarımadası; etrafı çöllerle çevrili, istilalardan uzak, bağımsız ve fıtratını büyük ölçüde korumuş bir toplumun yurduydu. Araplar; iffet, vefa, cömertlik, mertlik gibi değerli hasletlere sahip olmakla birlikte, rehbersizlik yüzünden bu meziyetleri yanlış yollarda kullanıyordu.
Peygamber Efendimiz’in ümmî bir toplumdan çıkması, risâletine yönelik şüphelerin önüne geçti. Arap Yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişim noktasında bulunmasıyla İslâm’ın hızlı yayılması için stratejik bir konuma sahipti. Mekke’nin ticaret merkezi olması, halkını farklı kültürlere açık hale getirmişti.
Ayrıca, ilahî mesajın dili olarak seçilen Arapça; zengin kelime hazinesi, güçlü ifade kabiliyeti ve yüzyıllar boyunca değişmeyen yapısıyla Kur’ân’ın manasını eksiksiz taşıyabilecek tek dildi. Mekke’de bulunan Kâbe, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in mirası olarak, zaten kutsal bir merkezdi. Tüm bu unsurlar, Arabistan’ın İslâm’ın doğuşu için en uygun zemin olduğunu gösteriyordu.