Zamanın öncesini ve sonrasını aynı anda kuşatan Allah’ın ezelî ilmi, her şeyi Levh-i Mahfuz’a yazmıştır. Kiminle evleneceğimiz, hangi yollardan geçeceğimiz ve hangi hikmetlere mazhar olacağımız... Hepsi Allah’ın ilmindedir. Fakat bu yazgının içinde bizlere de bir pay düşer: tercihlerimiz.
Allah, çoğunlukla eş seçimimizi bizim irademize bırakır; buna ihtiyarî kader denir. Sebepler dairesinde arar, bulur ve karar veririz. Ancak bazı kullar vardır ki onların evliliği, kaderin farklı bir boyutuna, ızdırarî kadere dahildir. Yani parmağını bile kıpırdatmasa, ya hayırlı bir eşle nimetlendirilir şükretsin diye; ya da zorlu bir imtihana alınır, sabretsin diye.
İşte bu ilahi planın unutulmaz örneklerinden biri, İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretlerinin babası Sabit Hazretleri’nin kıssasında gizlidir.
Sabit Hazretleri, küçüklüğünden beri takvası, ahlâkı ve zühdüyle tanınan nurlu bir kimseydi. Bir gün dere kenarında abdest alırken suda sürüklenen bir elma gördü. Çürüyüp gideceğini düşündü, aldı ve yedi. Fakat ardından tükürüğünde kan gördü. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Derin bir mahcubiyet hissetti. “Ya bu kan, yediğim helâl olmayan elmadan geldiyse?” diyerek titredi.
Vicdanının sesiyle yola düştü. Elmanın geldiği yönü takip etti, sonunda bir meyve bahçesine ulaştı. İnsanlar, bahçenin sahibinin cömertliğini anlattı: “Bir elma için mi dert ediyorsun? O adam bütün ağaçları versin, yine ses etmez.” dediler. Ama Sabit Hazretleri için mesele sadece elma değildi; kul hakkıydı.
Bahçe sahibini buldu. Durumu anlattı. Özür diledi. “Elmayı ya helal et ya da parasını al.” dedi. Bahçe sahibi ona baktı, içindeki takvayı sezdi. Ama onu denemek istedi.
“Elma için ne verirsin?” dedi.
“Altın, gümüş, ne isterse veririm.”
“Ben altın istemem. Eğer kıyamette senden davacı olmamı istemiyorsan, bahçemde çalışacaksın.”
Sabit Hazretleri, hiç tereddüt etmedi. Bahçede aylarca çalıştı. Sonra yeniden helallik istedi.
Bahçe sahibi: “Bir şartım daha var. Onu da kabul edersen elmayı helal ederim.” dedi.
“Nedir o şart?” diye sordu Sabit Hazretleri.
“İslâm’a aykırı değilse yaparım.”Benim kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var. Onunla evlenirsen elmayı helal ederim.”
Sabit Hazretleri nefsini değil, ahiretini seçti. “Eğer böyle bir fedakârlıkla kul hakkından kurtulacaksam, razıyım.” dedi. Düğün yapıldı. Nikâh kıyıldı.
Ancak Sabit Hazretleri ilk geceyi görünce şaşkına döndü. Karşısında gözleri gören, kulağı işiten, dili tatlı konuşan ve bedeni sapasağlam olan güzeller güzeli bir hanım vardı.
Kayınbabasına koştu:
“Efendim, sanırım bir yanlışlık oldu.”
Kayınbaba tebessüm etti:
“Evladım, o benim kızım. Kör dedim çünkü hiç harama bakmadı. Sağır dedim çünkü haram söz işitmedi. Dilsiz dedim çünkü haram konuşmadı. Kötürüm dedim çünkü harama adım atmadı. Git, helalin odur. Allah size bereketli ve hayırlı bir hayat nasip etsin.”
İşte bu muazzam tevafukla, Allah’ın ızdırarî kaderle birleştirdiği bu iki sâlih insanın evliliğinden, fıkıh ilminin yıldızı İmam-ı Azam Ebû Hanife dünyaya gelmiştir.
Her kulun hikâyesi, Allah’ın ilminde saklıdır. Ama bazı hikâyeler, zaman üstü bir derinlik taşır. Ve bazı evlilikler, sadece bir yuva değil, bir ümmetin ufkunu aydınlatacak ilim güneşlerinin doğumudur…