İniş sırasına göre 41. sıradadır. Bazı ayetlerinin Medine’de nazil olduğuna dair rivayetler bulunsa da genel olarak Mekkî bir suredir.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), Yasin Suresi’ni “Kur’an’ın kalbi” olarak nitelemiş ve sıkça okunmasını tavsiye etmiştir. Bu surede, tevhid (Allah’ın birliği), nübüvvet (peygamberlik) ve ahiret (ölümden sonrası) gibi temel iman esasları işlenir. Aynı zamanda ibretlik kıssalarla kalplere tesir eder.
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de Yâsîn’dir. Kim Yâsîn’i okursa, Allah onun okumasına, Kur’ân’ı on kere okumuş gibi sevap yazar.”
(Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 7)
Yasin Suresi İçeriğinde Neler Var?
-
Yasin-i Şerif Arapça Okunuşu
-
Yasin Suresi Türkçe Okunuşu ve Meali
-
Yasin Suresi'nin Faziletleri ve Sırları
-
Yasin Suresi'nin Konusu ve Anlamı
-
Yasin Suresi'nin Tefsiri (Elmalılı Hamdi Yazır yorumu)
-
Yasin-i Şerif Dinle (Fatih Çollak Hocaefendi’den)
-
İlgili Hadis-i Şerifler ve Rivayetler
-
Namazda Okunan Diğer Sureler
-
Ayetel Kürsi, Tebareke, Amme, Rahman, Vakıa ve Fetih Sureleri
Neden “Kur’an’ın Kalbi”?
Yasin Suresi, içerdiği mesajlar itibarıyla Kur’an-ı Kerim’in özünü yansıtır. Ölüm ve dirilişle ilgili bölümleri, iman hakikatlerini kuvvetli bir şekilde sunması, kalplerde iman duygusunu pekiştirmesi bu özel vasfına işaret eder.
Okumanın Faydası ve Fazileti
Yasin Suresi’nin hasta ziyaretlerinde, vefat eden kimselerin ardından ya da ihtiyaç anlarında okunması sünnettir. Okunduğunda hem okuyana hem de dinleyene manevî şifa olur. Ayrıca, dünya ve ahiret sıkıntılarının hafiflemesine vesile olacağına dair pek çok rivayet mevcuttur.
YASİN SURESİ ARAPÇA
Yasin Suresi 1. Sayfa
Yasin Suresi 2. Sayfa
Yasin Suresi 3. Sayfa
Yasin Suresi 4. Sayfa
Yasin Suresi 5. Sayfa
Yasin Suresi 6. Sayfa
YASİN SURESİ OKU*
(*Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için aramalarda çıkmak için sitemize eklenmiştir.)
Bismillâhirrahmanirrahim.
Yâsîn.
Vel Kur'ân-il hakîm.
İnneke leminel mürselîn.
Alâ sırâtın müstakîm.
Tenzîlel azîzirrahîm.
Litünzira kavmen mâ ünzire âbâühüm fehüm ğâfilûn.
Lekad hakkaIkavIü alâ ekserihim fehüm lâ yü'minûn.
İnnâ ceaInâ fî a'nâkihim agIâIen fehiye ilel ezkâni fehüm mukmehûn.
Ve ceaInâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden feağşeynâhüm fehüm lâ yübsirûn
Ve sevâün aleyhim eenzertehüm em lem tünzirhüm lâ yü'minûn
İnnemâ tünzirü menittebezzikra ve haşiyerrahmâne bilğaybi febeşşirhü bimağfirativ ve ecrin kerîm
İnnâ nahnü nuhyil mevtâ ve nektübü mâ kaddemû ve âsârehüm ve külle şey'in ahsaynâhü fî imâmin mübîn
Vadrib lehüm meseIen ashâbel karyeh. İz câehel mürselûn
İz erselnâ iIeyhi müsneyni fekezzebûhümâ fe azzeznâ bisâIisin fekâIû innâ iIeyküm mürselûn
Kâlû mâ entüm illâ beşerün mislünâ vemâ enzeIerrahmânü min şey'in in entüm illâ tekzibûn
Kâlû rabbünâ ya'lemü innâ iIeyküm lemürselûn
Vemâ aIeynâ illel belâgul mübîn
KâIû innâ tetayyernâ biküm Iein Iem tentehû Ie nercümenneküm veIe yemessenneküm minnâ azâbün eIîm
KâIû tâirüküm meaküm ein zûkkirtum beI entüm kavmün müsrifûn
Vecâe min aksaImedineti racüIün yes'â kâIe yâ kavmittebiuI mürseIîn
İttebiû men Iâ yeseIüküm ecran ve hüm muhtedûn
Vemâ Iiye Iâ a'büdüIIezî fetarenî ve iIeyhi türceûn
Eettehizü min dûnihî âIiheten in yüridnirrahmânü bi-durrin Iâ tuğni annî şefâatühüm şey'en veIâ yünkizûn
İnnî izen Iefî daIâIin mübîn
İnnî âmentü birabbiküm fesmeûn
KîIedhuIiI cenneh, kâIe yâIeyte kavmî yâ'Iemûn
Bimâ gafereIî rabbî ve ceaIenî mineI mükremîn
Vemâ enzeInâ aIâ kavmihî min badihî min cündin minessemâi vemâ künnâ münziIîn
İn kânet iIIâ sayhaten vâhideten feizâhüm hâmidûn
Yâ hasreten aIeI ibâdi mâ ye'tîhim min resûIin iIIâ kânûbihî yestehziûn
EIem yerev kem ehIeknâ kabIehüm mineI kurûni ennehüm iIeyhim Iâ yerciûn
Ve in küIIün Iemmâ cemî'un Iedeynâ muhdarûn
Ve âyetün IehümüI arduI meytetü ahyeynâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhü ye'küIûn
Ve ceaInâ fîhâ cennâtin min nahîIiv ve a'nâb ve feccernâ fîha mineI uyûn
Liye'küIû min semerihî vemâ amiIethü eydîhim efeIâ yeşkürûn
SübhâneIIezî haIekaI ezvâce küIIehâ mimmâ tünbitüI ardu ve min enfüsihim ve mimmâ Iâ ya'Iemûn
Ve âyetün IehümüIIeyü nesIehu minhünnehâre fe izâhüm muzIimûn
Veşşemsü tecrî Iimüstekarrin Iehâ zâIike takdîruI azîziI aIîm
VeIkamere kaddernâhü menâziIe hattâ âdekeI urcûniI kadîm
Leşşemsû yenbegî Iehâ en tüdrikeI kamere veIeIIeyIü sâbikunnehâr ve küIIün fî feIekin yesbehûn
Ve âyetüI Iehüm ennâ hameInâ zürriyyetehüm fiI füIkiI meşhûn
Ve haIâknâ Iehüm min misIihî mâ yarkebûn
Ve in neşe' nugrıkhüm feIâ sarîha Iehüm veIâhüm yünkazûn
İllâ rahmeten minnâ ve metâan iIâ hîn
Ve izâ kîIe Iehümüttekû mâ beyne eydîküm vemâ haIfeküm IeaIIeküm türhamûn
Vemâ te'tîhim min âyetin min âyâti rabbihim iIIâ kânû anhâ mu'ridîn
Ve-iżâ kîle lehum enfikû mimmâ razekakumullâhu kâle-lleżîne keferû lilleżîne âmenû enut’imu men lev yeşâullâhu et’amehu in entum illâ fî dalâlin mubîn
Ve yekûIûne metâ hâzeI va'dü in küntüm sâdikîn
Mâ yenzurûne iIIâ sayhaten vâhideten te'huzühüm vehüm yehissimûn
FeIâ yestetîûne tavsıyeten veIâ iIâ ehIihim yerciûn
Ve nüfiha fîssûri feizâhüm mineI ecdâsi iIâ rabbihim yensiIûn
KâIû yâ veyIenâ men beasena min merkadina hâzâ mâ veaderrahmânü ve sadekaI mürseIûn
İn kânet iIIâ sayhaten vâhideten feizâ hüm cemî'un Iedeynâ muhdarûn
Felyevme lâ tuzlemu nefsun şey'en velâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(e)
İnne ashâbeI cennetiI yevme fîşüğuIin fâkihûn
Hüm ve ezvâcühüm fî zıIâIin aIeI erâiki müttekiûn
Lehüm fîhâ fâkihetün ve Iehüm mâ yeddeûn
SeIâmün kavIen min rabbin rahîm
VemtâzüI yevme eyyüheI mücrimûn
EIem a'hed iIeyküm yâ benî âdeme en Iâ tâ'buduşşeytân innehû Ieküm adüvvün mübîn
Ve enî'budûnî, hâzâ sırâtun müstekîm
Ve Iekad edaIIe minküm cibiIIen kesîran efeIem tekûnû ta'kıIûn
Hâzihî cehennemüIIetî küntüm tûadûn
lsIevheI yevme bimâ küntüm tekfürûn
EIyevme nahtimü aIâ efvâhihim ve tükeIIimünâ eydîhim ve teşhedü ercüIühüm bimâ kânû yeksibûn
VeIev neşâü Ietamesnâ aIâ a'yunihim festebekus sırâta fe ennâ yübsirûn
VeIev neşâü Iemesahnâhüm aIâ mekânetihim femestetâû mudıyyev veIâ yerciûn
Ve men nüammirhü nünekkishü fiIhaIkı, efeIâ ya'kiIûn
Ve mâ aIIemnâhüşşi'ra vemâ yenbegî Ieh in hüve iIIâ zikrün ve kur'ânün mübîn
Liyünzira men kâne hayyen ve yehıkkaI kavIü aIeI kâfirîn
EveIem yerav ennâ haIaknâ Iehüm mimmâ amiIet eydîna en âmen fehüm Iehâ mâIikûn
Ve zeIIeInâhâ Iehüm feminhâ rekûbühüm ve minhâ ye'küIûn
Ve Iehüm fîhâ menâfiu ve meşâribü efeIâ yeşkürûn
Vettehazû min dûniIIâhi âIiheten IeaIIehüm yünsarûn
Lâ yestetîûne nasrahüm ve hüm Iehüm cündün muhdarûn
FeIâ yahzünke kavIühüm. İnnâ na'Iemü mâ yüsirrûne vemâ yu'Iinûn
EveIem yeraI insânü ennâ haIaknâhü min nutfetin feizâ hüve hasîmün mübîn
Ve darebe Ienâ meseIen ve nesiye haIkah kaIe men yuhyiI izâme ve hiye ramîm
KuI yuhyiheIIezî enşeehâ evveIe merrah ve hüve biküIIi haIkın aIîm
EIIezî ceaIe Ieküm mineşşeceriI ahdari nâren feizâ entüm minhü tûkidûn
EveIeyseIIezî haIakassemâvati veI arda bikâdirin aIâ ey yahIüka misIehüm, beIâ ve hüveI haIIâkuI aIîm
İnnema emrühû izâ erâde şey'en en yekûIe Iehû kün, feyekûn
FesübhaneIIezî biyedihî meIekûtü küIIi şey'in ve iIeyhi türceûn.
YASİN SURESİ MEALİ
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
-
Yâ, Sîn.
-
Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki,
-
Şüphesiz sen, gönderilmiş peygamberlerdensin.
-
Dosdoğru bir yol üzerindesin.
-
Azîz ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir.
-
Babaları uyarılmamış, bu nedenle gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarman için gönderildin.
-
Andolsun, onların çoğu için söz kesinleşmiştir; artık iman etmezler.
-
Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine kadar dayanmıştır; bu yüzden başları yukarı kalkıktır.
-
Önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik, onları kuşattık; bu yüzden artık göremezler.
-
Onları uyarsan da uyarmasan da, fark etmez; iman etmezler.
-
Ancak, Zikr’e (Kur’an’a) uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böyle bir kimseyi bağışlanma ve değerli bir ödülle müjdele!
-
Şüphesiz ölüleri diriltecek olan Biziz. Onların önden gönderdiklerini ve geride bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz) sayıp dökmüşüzdür.
-
Onlara, şehir halkını örnek ver. Hani, elçiler gelmişti oraya.
-
Biz, onlara iki elçi göndermiştik ama onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçiyle destek verdik. Dediler ki: “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz.”
-
Onlar: “Siz bizim gibi sadece birer insansınız. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz,” dediler.
-
Elçiler: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz,” dediler.
-
“Bize düşen, ancak açık bir tebliğdir.”
-
Onlar: “Şüphesiz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu davadan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız. Bizden size elem verici bir azap isabet eder,” dediler.
-
Elçiler: “Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verilmesi mi sizi bu hale getirdi? Hayır, siz aşırı giden bir topluluksunuz,” dediler.
-
Şehrin uzak bir ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim, bu elçilere uyun!
-
Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.”
-
“Ben neden beni yaratana kulluk etmeyeyim? Zaten siz de O’na döndürüleceksiniz.”
-
“O’ndan başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”
-
“O takdirde ben gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum.”
-
“Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim; artık beni dinleyin.”
-
Ona, “Cennete gir,” denildi. Dedi ki: “Keşke kavmim bilseydi.”
-
“Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını…”
-
Biz onun ardından kavmi üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik.
-
Sadece korkunç bir ses oldu ve ansızın hepsi sönüp gittiler.
-
Yazık o kullara! Kendilerine gelen her peygamberle mutlaka alay ederlerdi.
-
Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Onlar bir daha geri dönmezler.
-
Ancak, hepsi bir araya toplanacakları gün huzurumuza getirilecekler.
-
Ölü toprak onlar için bir ayettir. Biz onu diriltir, ondan taneler çıkarırız; onlar da ondan yerler.
-
Orada hurmalıklar, üzüm bağları oluşturduk, pınarlar fışkırttık.
-
Ki onun ürünlerinden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı?
-
Yerin bitirdiği şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın şanı yücedir.
-
Gece de onlar için bir ayettir. Gündüzü ondan sıyırırız, karanlığa gömülürler.
-
Güneş kendine ait bir durak noktasına doğru akıp gitmektedir. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.
-
Ay için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eski hurma sapı gibi döner.
-
Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
-
Onların soylarını dopdolu gemilerde taşımamız da onlar için bir delildir.
-
Onlara benzeri binekler de yarattık.
-
Dilersek onları suda boğarız; ne çığlık atabilirler ne de kurtarılabilirler.
-
Ancak Bizden bir rahmet olarak ve belirli bir zamana kadar yaşasınlar diye kurtarılırlar.
-
Onlara: “Önünüzdekinden ve arkanızdakinden sakının ki size merhamet edilsin,” denildiğinde yüz çevirirler.
-
Rablerinin ayetlerinden onlara ne zaman bir ayet gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.
-
Onlara: “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infak edin,” denildiğinde, inkârcılar, inananlara şöyle der: “Allah’ın dileseydi doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz gerçekten açık bir sapıklık içindesiniz.”
-
Derler ki: “Eğer doğru sözlüyseniz bu vaat edilen (azap) ne zaman gelecek?”
-
Sadece korkunç bir sesi bekliyorlar. Onlar çekişip dururlarken o ses kendilerini yakalayacaktır.
-
Ne bir vasiyet hazırlayabilirler ne de ailelerine dönebilirler.
-
Sur’a üfürülür; kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşarlar.
-
Derler ki: “Vay halimize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Rahman’ın vaat ettiği işte bu. Peygamberler doğru söylemiş!”
-
Sadece tek bir çığlık olur ve hepsi huzurumuzda hazır bulunurlar.
-
O gün kimseye haksızlık edilmez. Ancak yaptıklarının karşılığı verilir.
-
O gün cennet ehli meşguliyet içindedir; sevinçlidirler.
-
Onlar ve eşleri gölgeler içinde koltuklara yaslanmışlardır.
-
Orada onlar için meyveler vardır; diledikleri her şey onlara sunulur.
-
Rahîm olan Rab’lerinden bir sözlü selam vardır.
-
“Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın!”
-
“Ey Âdemoğulları! Size demedim mi, ‘Şeytana kulluk etmeyin; o size apaçık bir düşmandır!’”
-
“Bana kulluk edin; işte bu dosdoğru yoldur.”
-
Şeytan sizden birçok nesli saptırdı. Hâlâ akıl etmiyor musunuz?
-
İşte bu, size vaad edilen cehennemdir!
-
Bugün inkâr ettiğiniz için oraya girin!
-
O gün ağızlarını mühürleriz; elleri konuşur, ayakları yaptıklarına şahitlik eder.
-
Dileseydik gözlerini silerdik, yolları aramak isteseler de nasıl göreceklerdi?
-
Dileseydik, oldukları yerde onları şekilsiz hale getirirdik. Ne ileri gidebilirlerdi ne de geri dönebilirlerdi.
-
Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılışta geriye çeviririz. Hâlâ akıl etmiyorlar mı?
-
Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmaz. Bu, sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
-
Diri olanları uyarsın ve inkârcılar hakkında azap hak olsun diye indirilmiştir.
-
Görmediler mi, ellerimizin yarattığı hayvanları kendilerine boyun eğdirdik; böylece onlara sahip oldular.
-
Onları binek yaparlar, etlerini yerler.
-
Onlarda onlar için başka faydalar ve içecekler de vardır. Yine de şükretmezler mi?
-
Allah’ın yanı sıra ilahlar edindiler; umarız ki kendilerine yardım ederler.
-
Oysa onlar, onlara yardım edemezler. Aksine, kendileri onlara asker gibi hizmet ederler.
-
O hâlde onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz Biz onların gizlediklerini de açıkladıklarını da biliyoruz.
-
İnsan, kendisinin bir nutfeden yaratıldığını görmedi mi? Şimdi apaçık bir düşman kesilmiştir.
-
Kendi yaratılışını unutur da “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye bize misal getirir.
-
De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her yaratmayı bilir.”
-
O, size yeşil ağaçtan ateş çıkarmayı öğretti; siz de ondan yakarsınız.
-
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen Hallâk’tır.
-
Bir şeyi dilediği zaman, emri sadece “Ol!” demesidir; hemen oluverir.
-
Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz.
Yâsîn Sûresi ile İlgili Hadis-i Şerifler ve Faziletleri
Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olarak nitelendirilen Yâsîn Sûresi, hem dünya hem de ahiret hayatı açısından pek çok hikmet ve fazileti içinde barındırmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çeşitli hadislerinde bu sûrenin kıymeti sıklıkla vurgulanmıştır. İşte Yâsîn Sûresi’nin önemine dair bazı hadis-i şerifler ve rivayetler:
Kur’ân’ın Kalbi: Yâsîn Sûresi
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Yâsîn sûresi Kur’an’ın kalbidir. Fâtiha sûresi Kur’an sûrelerinin en faziletlisidir. Âyetü’l-Kürsî Kur’an âyetlerinin efendisidir. ‘Kul hüvellahü ehad’ sûresi Kur’an’ın üçte birine denktir.”
(Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 26)
Yâsîn’i Okumak, Kur’an’ı On Kez Hatmetmiş Gibi
“Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân'ın kalbi de Yâsîn'dir. Kim onu okursa, Allah Teâlâ o kişiye Kur’ân’ı on kere okumuş gibi sevap yazar.”
(Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 7; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21)
Günahların Bağışlanmasına Vesile
“Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Kim onu Allah rızası ve ahiret yurdu için okuyarak yönelirse, geçmiş günahları affedilir. Onu ölülerinize okuyun.”
(İbn Mâce, Cenâiz, 4; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 26-27)
Her Gece Yâsîn Okuyan Mağfiret Olunur
“Her gece Yâsîn-i Şerîf’i okuyan bir mü’min bağışlanır.”
(Beyhakî, Şuabü’l-İmân, II, 480)
“Kim her gece Yâsîn sûresini okursa, sabaha bağışlanmış olarak çıkar.”
(Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 5/154)
Ölüm Anında Okunması Tavsiye Edilir
“Ölüm alâmetleri beliren kimselerin üzerine Yâsîn Sûresi okuyunuz.”
(Ebû Dâvûd, Cenâiz, 19-20)
Daimî Okuyanın Ölümü Şehadet Gibidir
“Yâsîn-i Şerîf’i her gece okumaya devam eden kimse, vefat ettiğinde şehit olarak ruhunu teslim eder.”
(Heysemî, VII, 218)
Şifaya ve Manevî Yardıma Vesiledir
İslam âlimlerinden gelen bazı rivayetlerde Yâsîn Sûresi'nin çeşitli sıkıntılara karşı şifa ve huzur vesilesi olduğu ifade edilmiştir:
-
“Ağrıyan dişe işaret parmağını koyup Yâsîn Sûresi’nin son ayetlerini okuyanın, Allah’ın izniyle şifaya kavuşacağı ümit edilir.”
(Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, no: 5218)
On Bereketi Beraberinde Getirir
Yâsîn Sûresi’ne dair bazı rivayetlerde ise onun manevi etkilerine şöyle değinilir:
“Yâsîn okuyunuz. Çünkü onda on türlü bereket vardır:
Aç olan doyar.
Çıplak olan giyinir.
Bekâr olan evlenir.
Korkan emniyete kavuşur.
Üzgün olan ferah bulur.
Yolculuğa çıkan Allah’ın yardımına mazhar olur.
Kayıp bir şeyi olan bulur.
Ölülere okunursa azabı hafifler.
Susuzluk çekenin susuzluğu gider.
Hasta olan şifa bulur.”
(Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Dualar ve Zikirler, Erkam Yayınları)
Yâsîn Sûresi'nin Konusu Nedir?
Yâsîn Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in 36. sûresi olup Mekke döneminde nazil olmuştur. Sûre, üç temel konuyu ele alır:
1. Peygamberlik ve Risalet Gerçeği
Sûrede ilk olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gerçekten bir peygamber olduğu vurgulanır. Ona gönderilen vahyin, yani Kur’ân-ı Kerîm’in Allah katından indirildiği açıklanır. Bu çerçevede, tebliğ sırasında karşılaşılan inkârcı tavırlara karşı teselli ve sabır öğütlenir. Habîb-i Neccâr kıssası da bu bağlamda örnek olarak sunulur.
2. Allah’ın Varlığı, Birliği ve Kudreti
Sûrede yer alan kevnî deliller (doğadaki ayetler), Allah’ın sınırsız kudretini, ilmini ve birliğini insanlara göstermek amacıyla zikredilir. Güneşin, ayın, gece ve gündüzün düzeni gibi evrensel işaretlerle insanlık tevhide çağrılır.
3. Ahiret, Kıyamet ve Hesap Günü
Yâsîn Sûresi’nde ölüm sonrası hayatın gerçekliği anlatılır. Kıyametin kopması, insanların mahşerde toplanması, cennet ve cehennem gibi sahneler son derece çarpıcı bir dille tasvir edilir. Bu anlatımlar insanları hem ümide hem de sorumluluk duygusuna yönlendirir.
Yâsîn Sûresi Hayatımıza Ne Katar?
Yâsîn Sûresi, sadece ölülerimize değil, dirilerimize de okunması gereken bir sûre olarak öne çıkar. İçeriğiyle iman hakikatlerini derinlemesine işlerken, faziletiyle gönüllere huzur verir, kalpleri arındırır. Özellikle sabah ve gece okunması tavsiye edilen bu sûre, mü’min için manevi bir kalkandır. Yâsîn Sûresi’ni okumak, anlamak ve hayatımıza taşımak, hem dünya hem de ahiret saadeti için güçlü bir adımdır.
YASİN SURESİ NE ANLATIYOR?
Fatih Çollak Hocaefendi, Yasin Suresi’nin ne anlattığını maddeler halinde anlatıyor.
YASİN SURESİ TEFSİRİ
Yasin suresinin Prof. Dr. Ömer Çelik tarafından hazırlanmış detaylı tefsiri...
Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…
1. Yâ. Sîn.
“Ya. Sîn” harfleri, diğer sûre başlarındaki hece harfleri gibi, kendinden sonra gelecek âyetlerin mânasına dikkat çekmekte ve Kur’an’ın i‘câzına işaret edip bununla Araplara meydan okumaktadır. Yüce Allah böylece dikkatleri çektikten sonra Kur’an’ın indiriliş ve peygamberin gönderiliş hikmetlerini şöyle açıklıyor:
2. Baştan sona hüküm ve hikmet dolu Kur’an’a yemin olsun ki,
3. Rasûlüm! Hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin.
4. Dosdoğru bir yol üzerindesin.
5. Bu Kur’an da, kudreti dâimâ üstün gelen ve çok merhametli olan Allah’ın sana peyderpey indirdiği bir kitaptır.
6. Ataları uyarılmadığı için dinî gerçeklerden habersiz kalmış bir toplumu uyarman için.
Kur’ân-ı Kerîm’in burada yer verilen bir ismi اَلْحَك۪يمُ (hakîm) dir ki, bu yönüyle o: ❖ İtikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı sağlam, değişmez ve değiştirilemez hükümler ihtivâ eden, ❖ Hikmetli, hikmet dolu; her bir âyet ve cümlesi nice hikmetler barındıran, ❖ Herhangi bir tutarsızlık ve çelişkiye maruz kalmayacak şekilde son derece sağlam ve muhkem kılınmış bir kitaptır. (bk. Hûd 11/1) Kur’ân-ı Kerîm, “Azîz: mağlup edilemez bir kudret sahibi”nden geldiği için kimse ona karşı koyamayacak, bütün sözleri ezip geçecek ve gâlip gelecek; “Rahîm: çok merhametli” olandan geldiği için de inananlara rahmet olacaktır. Ne hüzün verici bir durumdur ki:
7. İnsanların çoğu üzerine Allah’ın azap sözü kesinleşmiştir; çünkü onlar iman etmeyecekler.
8. Biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik. O halkalar tâ çenelerine kadar dayanmıştır da bu yüzden başları yukarı doğru çivilenmiş gibidir.
9. Onların önlerine bir set, arkalarına bir set yaptık; böylece onları öylesine perdeleyip kuşattık ki artık hiçbir şey göremezler.
Kesinleşen söz, “İnsanların ve cinlerin azgınlarıyla cehennemi kesinlikle ağzına kadar dolduracağım” (Secde 32/13) şeklinde vârid olan “azap” sözüdür. Allah Teâlâ, Kur’an ve sünnet-i seniyye ile beyân ettiği İslâm dininin dışına çıkanları cezalandıracaktır.
Yasin Sûresi 8. âyette kullanılan اَلإقْمَاحُ (ikmâh) kelimesi “başı kaldırıp gözü yummak” mânasına gelir. Hakka karşı çıkıp imandan mahrum kalan bu kimselerin dünyadaki hâlet-i rûhiyeleri canlı bir tablo hâlinde şöyle tasvir edilir:
Kâfirler, yapılan her dâveti red için başını arkaya doğru kaldıran kibirli kimselerdir. İşte red için başlarını kaldıra kaldıra âdetâ inkârları, boyunlarının altına kalın bir kelepçe gibi geçirilmiş, çeneleri kalkmış, başları arkaya doğru ve gözleri yumuk vaziyette kalmıştır. Yine inkârları önlerine ve arkalarına birer set oluşturmuş, üstlerini de kapatmıştır. Buna ferdin yaratılış kabiliyetlerini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısını, imandan uzaklaştırıp küfür ve günahlara yönlendiren temâyüllerini, yaygın hâle gelen bâtıl inançlar ve çirkin alışkanlıkları da ilâve edebiliriz. Bahsedilen bu ferdî ve içtimâî kötü şartlar insanı, alıştıra alıştıra menfî yönde değişmez bir yapıya ulaştırmaktadır. Böyle insanlar artık ne başlarını hareket ettirebilirler, ne de bir tarafı görebilirler. İnkârlarının ve cehâletlerinin içinde bocalayıp dururlar. Ancak şuna dikkat etmek gerekir ki bu, tamâmen kendi tercih ve istekleri doğrultusunda ortaya çıkmış bir neticedir. Kendi inkârları, inat ve câhillikleri yine kendilerini böylece engellemekte, basîretlerini kapatıp karanlıklar içinde bırakmakta ve gerçeği göremez duruma getirmektedir. (bk. Fussilet 41/5) Bununla birlikte İslâm’ı tebliğ ederken muhatap kitlenin birbirinden farklı psikolojik ve sosyolojik durumlarını dikkate almanın gerekliliği hususunda şöyle buyruluyor:
10. Böylelerini uyarsan da uyarmasan da birdir; onlar iman etmeyecekler.
11. Sen ancak Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böyle olanları büyük bir bağışlanmayla ve çok güzel, bol ve ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfatla müjdele!
Peygamber (s.a.v.) ve onun temsilcileri dini her zaman ve mekanda tebliğe devam edeceklerdir. Fakat netice itibariyle iman etmeyecek olanlara hidâyetten bir nasip erişmeyecek, ne kadar uyarılsalar da onlar küfür içinde kalacaklardır. Dolayısıyla 10. âyet-i kerîme, Efendimiz (s.a.v.)’in ısrarla tebliğde bulunduğu, fakat buna rağmen kalplerinde zerre kadar kıpırtı olmayan müşriklerin durumu hakkında onu teselli etmekte ve ona bu hususta aşırı gitmemesini tavsiye etmektedir.
Yasin Sûresi 11. âyette peygamberin uyarısına kulak verip iman edecek insanların kalbî durumlarından bir kesit sunulur. Bunlar, önceki her dâveti başlarını kaldırıp reddeden kibirli bedbahtların aksine:
❋ Nasihata kulak veren, öğüt dinleyen, kendini buna muhtaç gören mütevâzı ve iyi niyetli kimselerdir. Söz dinler, faydalı olan şeyleri benimseyip uygularlar. En güzel öğütlerin ve hikmetlerin kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. ❋ İnsanların arasında bulundukları sırada olduğu gibi, kimsenin görmediği yerlerde de Rahmân olan Allah’tan korkan, O’na saygı gösteren kimselerdir. Onların korku, saygı ve haşyetleri, Allah’tan başka hiç kimsenin vâkıf olamadığı kalplerinin derinliklerindedir. Çünkü onlar ihsân seviyesinde bir kulluk şuuruna sahiptirler. Kendileri Allah’ı göremeseler de, Allah’ın kendilerini gördüğünü ve dâimâ ilâhî kameralar altında bulunduklarını hiç unutmazlar. İşte böyle insanlara tebliğ ve uyarı fayda verir. Zira:
12. Şüphe yok ki ölüleri diriltecek olan biziz. İnsanların yapıp önceden gönderdikleri amelleri de, geride bıraktıkları eserlerini de biz yazıyoruz. Esâsen biz, olmuş olacak her şeyi apaçık bir kitapta tek tek sayıp kaydetmiş bulunuyoruz.
Âyette geçen مَا قَدَّمُوا (mâ kaddemû) ifadesi, “insanların namaz, oruç, sadaka vb. bizzat yapıp önden gönderdikleri ameller veya işledikleri günahlar” anlamına gelir. اٰثَارَهُمْ (âsârahüm) ise sâlih evlat, faydalı, ilim, sadaka-i câriye gibi güzel şeylerden veya insanlara zarar veren kötü şeylerden geride bıraktıklarıdır.” Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasıyet 14) “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Ancak onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye açtığı kötü çığırın günahı vardır. O kötü yolda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey nokşanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64) اِمَامٌ مُب۪ينٌ (imâmun mübîn)den maksat, Levh-i Mahfûz’dur. (Levh-i Mahfûz: Sözlük olarak “korunmuş sayfa” demektir.) Allah Teâlâ olmuş ve olacak her şeyi burada kaydetmiştir. Dolayısıyla insanların yaptıkları hiçbir şey zâyi olmayacak, kaybolmayacak; her şey vukuundan önce yazıldığı gibi vukuundan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılacak, böylece herkes yaptığından sorumlu tutulacaktır. Şimdi buraya kadar açıklanan temel dinî esasların pratik hayata nasıl yansıtalacağını gösteren canlı bir örnek olarak şu ibret verici kıssaya kulak verin:
13. Rasûlüm! Onlara şu şehir halkının hâlini misâl olarak anlat: Hani onlara elçiler gelmişti.
14. Önce onlara iki elçi göndermiştik. İkisini de yalanlayınca, biz de üçüncü bir elçiyle onları destekledik. Üçü birlikte: “Ey insanlar! Gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.
15. Şehir halkı: “Siz de tıpkı bizim gibi birer insansınız. Rahmân’ın bir şey indirdiği falan yok; siz ancak yalan söylüyorsunuz” dediler.
16. Elçiler şöyle karşılık verdiler: “Rabbimiz biliyor ki, biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz.”
17. “Bize düşen Allah’ın mesajını tam olarak, açık ve anlaşılır bir şekilde size ulaştırmaktır.”
18. Şehir halkı: “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer dâvanızdan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlayarak öldüreceğiz ve bizim elimizden size çok acıklı bir azap dokunacak” diye tehdit ettiler.
19. Elçiler de cevâben: “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildi diye mi böyle tepki gösteriyorsunuz? Aslında siz sınır tanımayan, Allah’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayan bir toplumsunuz!” dediler.
Verilen bu misâlde bir şehir halkı, oraya gönderilen din tebliğcileri ve bunlar arasında vuku bulan konuşmalar, tartışmalar ve fiilî sataşmalar söz konusu edilir. Bahsedilen şehrin neresi olduğu, şehir halkından maksadın kimler olduğu ve onlara gönderilen elçilerden kasdın ne olduğu hakkında farklı görüşler vardır: Şehirden maksat Antakya, şehir halkından maksat Antakya’da yaşayan insanlar, onlara gönderilen elçilerden maksat da Hz. İsa’nın havarileridir. Yalnız bir kısım müfessirler tarafından bu görüş zayıf kabul edilir. Bunlar Allah tarafından gönderilen üç ayrı peygamberdir. Kâfirlerin “Siz de tıpkı bizim gibi birer insansınız” (Yâsîn 36/15) sözü bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Zira bu söz, kendisinin Allah’tan gelen bir peygamber olduğunu iddia eden kişiye söylenir. Şehirden maksat dünyadır. Şehir halkından maksat dünyadaki insanlardır. Onlara gönderilen iki elçi son olarak gönderilen iki büyük peygamber olan Hz. Mûsâ ile Hz. İsa’dır. Onları takviye için en son gelen Peygamber ise Âlemlerin Sultanı Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Kıssanın nakledilmesindeki maksat şudur: Misâl verilen şehir halkı nasıl inat ve ısrar içinde peygamberlere karşı gelmişlerse, Mekke’de müşrikler de aynı inat ve ısrarla Allah Rasûlü (s.a.v.)’i inkâr ediyorlardı. Onlarla elçiler arasında yaşanan tartışmalar, hemen hemen aynı muhtevâ içinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile müşrikler arasında yaşanıyordu. Dolayısıyla aynı yolu takip edip inatlarında ısrarlı oldukları takdirde, müşriklerin sonu da misâl verilen o şehir halkı gibi olacaktır. Ayrıca, Kur’an’ın anlattığı ve her çağda benzerlerinin yaşandığı bu örnekleri, ondan ders alan mü’minlerin, kendi yaşadıkları hayata uygulamaya ve ondan gerekli olan dersleri çıkarmaya çalışmaları gerekir. Tıpkı şimdi kıssası anlatılacak Habîb-i Neccâr gibi:
20. Derken, şehrin tâ öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ayağının tozuyla şunu söyledi: “Ey kavmim! Gelin, bu elçilere uyun!”
21. “Uyun, yaptıklarına karşılık sizden hiçbir ücret istemeyen ve bizzat kendileri de doğru yolda olan bu güzel insanlara!”
22. “Hem ben, niçin beni kendime has özelliklerle yoktan yaratana kulluk etmeyeyim? Sonunda siz de O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.”
23. “Ben hiç O’ndan başka ilâhlar edinebilir miyim? Çünkü Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve hiçbiri beni kurtaramaz.”
24. “Kaldı ki, başka ilâhlar edinecek olursam, o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine yuvarlanmış olurum.”
25. “Doğrusu ben, sizi de yaratan ve yaşatan Rabbinize iman ettim; öyleyse gelin beni dinleyin!”
Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen o talihli adam, Habîb-i Neccâr’dır. Gelip ayağının tozuyla elçilere arka çıktı. Halka nasihat edip, onlardan elçilere tâbi olmalarını istedi. Çünkü kalbine iman dürbünü takmış o Allah adamı, elçilerin nasıl bir şahsiyet ve husûsiyette seçkin insanlar olduğunu derhal anlamıştı. Bunlar sıradan insanlar değildi. Allah’ın dinini tebliğ ediyorlar, tebliğlerine karşılık hiçbir ücret talep etmiyorlardı. Doğru yol üzere bulunuyor, insanları da o yola çağırıyorlardı. Bu tespiti yaptıktan sonra Habib-i Neccâr sözü tevhide getirip kendisinden misâl vererek nasihatlerine devam etti, kavmini gerçek tevhid inancına çağırdı. Fakat o zâlim halk, Habib-i Neccâr’ı dinlemediler:
26. Öldürülmek üzereyken ona: “Buyur cennete!” denildi. O ise: “Keşke” dedi, “keşke kavmim bilseydi”;
27. “Rabbimin beni bağışladığını ve beni husûsî ikrâmına mazhar olan kullarından kıldığını!”
28. Onun şehâdetinin ardından kavmini helâk için gökten bir ordu indirmedik, indirmeye gerek de duymadık.
29. Yalnız korkunç bir çığlık onlara yetti; hepsi bir anda cansız yere düşüp, söndü gittiler.
Nakledildiğine göre onu dövdüler, bağırsakları çıkıncaya kadar çiğnediler, taşladılar ve şehîd ettiler. O sırada bile: “Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir. Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir” diye duâ ediyordu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 192-193) Ruhunu teslim eder etmez Allah Teâlâ onu cennete yerleştirdi. Bu cennet, kıyâmetten önce berzah âleminde şehitlerin kaldığı, müstesnâ bir hayat yaşadığı ve rızıklandığı bir cennettir. O kadar merhametli bir insan ki, kendini öldürenlere bile kızmadı, öfkelenip beddua etmedi. Bilakis onlara olan şefkat ve merhamet hislerini devam ettirdi: “Keşke kavmim, Allah’ın beni bağışladığını, imanım sebebiyle beni böyle güzel bir cennete yerleştirdiğini, burada bana sayısız nimetler ihsân ettiğini bilselerdi de, onlar da bu nimetlerden mahrum kalmasalardı” diye temenni etti. Bu, gerçekten yüksek bir ahlâk numûnesidir. İnsanlara tamâmen gizli bu gaybî hâdiseyi, her şeyi bilen Rabbimiz, Habib-i Neccâr’dan naklen bize haber vermekte, kalbimize mânevî âlemi seyredebileceğimiz bir pencere açmaktadır. Habîb-i Neccâr’ı şehit etmeleri üzerine Cenâb-ı Hak o kavmin helâkini çabuklaştırdı. Cibrîl (a.s.), gelen ilâhî tâlimat istikâmetinde bir çığlık attı. Bir tek kişi sağ kalmamak üzere hepsi öldüler:
30. Yazıklar olsun o kullara! Ne zaman kendilerine bir peygamber gelse mutlaka onu alaya alırlardı.
31. Onlardan önce nice nesilleri inkârları yüzünden helâk ettiğimizi görmezler mi? Gidenlerin de hiçbiri geri dönmüyor?
32. Sonunda onların hepsi yakalanıp hesapları görülmek üzere huzurumuzda toplanacaklar.
Allah Teâlâ’nın bütün bunları yapacak güce sahip olduğunu görmek isteyenler, etraflarında sergilenen şu muazzam kudret tecellilerine baksınlar:
33. Ölü toprak, onlara Allah’ın sonsuz kudretini ve yeniden dirilişi ispatlayan muhteşem bir delildir. Şöyle ki, her bahar biz o toprağa hayat veriyor ve oradan canlıların yiyip beslendikleri çeşit çeşit ekinler, ürünler çıkarıyoruz.
34. Yine o yerde hurma bahçeleri, üzüm bağları var ediyor; oradan pınarlar, gözeler fışkırtıyoruz.
35. Tâ ki, var ettiğimiz bütün bu ürünlerin meyvelerinden ve bunlardan bizzat kendi elleriyle imal ettikleri şeylerden yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
Hz. Mevlânâ (k.s.) der ki: “Bu ağaçlar toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan dışarıya çıkararak, halka yüzlerce işaretler ederler. Kulağı olana, anlayana sözler söylerler, nasihatler ederler. Yemyeşil dilleri ile, up uzun elleri ile toprağın gönlünden sırlar açarlar. Ağaçlar, kış gelince başlarını kazlar gibi su içine çekerler. Onlar soğuklarda çirkinleşmiş, kargalaşmışken, ilkbahar gelince çiçeklerle, yaprak ve meyvelerle süslenir, güzelleşir, tavus hâline gelirler. Allah, onları kış mevsiminde hapseylemişti; hapiste sıkılmışlar, kargaya dönmüşlerdi. Allah acıdı da bahar gelince onları tavus hâline getirdi. Kış onları öldürdü ama, bahar gelince hepsini de diriltti. Yapraklarla süsledi.” (Mevlânâ, Mesnevî, 2009-2014. beyitler) Eşsiz bir nizam içinde bunları yapabilecek bir kudrete sahip olan Allah (c.c), elbette ki birdir ve ölüleri diriltmeye de kadirdir. Hem bu nimetleri Allah Teâlâ, iş olsun diye yaratmamış, bilakis kâinatın güzîde misâfiri insana ikram ve ihsân olsun diye lutfetmiştir. Bir fâninin ikram ettiği bir bardak suya bile minnet ve teşekkürü kendine vazîfe addeden insan, hiç olmazsa, bu sayısız ilâhî lutuflara asgari bir teşekkür sadedinde, bunları ihsân edeni tanımalı, O’na inanmalı ve O’na şükretmeye gayret göstermelidir. İkinci delil olarak bildiğimiz ve bilmediğimiz alanlardaki çift yaratılış gerçeği üzerine dikkat çekiliyor:
36. Her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi ortağı olmaktan uzaktır o Allah ki, yerin bitirdiği her şeyi, bizzat kendilerini ve henüz mâhiyetini bilmedikleri nice şeyleri çiftler hâlinde yaratmıştır.
Görüldüğü üzere çift yaratılma özelliği hem bitkiler hem canlılar hem insanlar hem de Allah’ın dışında bilmediğimiz bütün varlıklar için geçerlidir. Mesela elektrikte artı ve eksi kutuplar, cisimler arasında itme ve çekme kuvveti, atomlardaki pozitif ve negatif elektronlar bile bu âyetin mûcizevî olarak haber verdiği şeyler arasında sayılır. Âyetin açtığı ufkun aydınlığında yapılacak ilmî çalışmalar, bu alanda daha nice dikkat çekici ince sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bütün bunlardan maksat ise, her şeyi çift yaratan Allah’ın tek olduğunu; O’nun eşi ve ortağı bulunmadığını beyândır. Diğer delillere gelince:
37. Gecenin gelişi de onlar için Allah’ın birliğini gösteren bir delildir. Gündüzü ondan soyup çıkarırız da birden karanlığa gömülüverirler.
Dünyanın kendi etrafındaki dönüşü sırasında, güneş ışığı alan bölge, gezegenimizin çevresinde ince bir beyaz kabuk şeklinde dolaşır. Dünya döner, beyazlık kayar, yerini karanlık alır. Sanki görünmez bir el, dünyamızı çevirip durmakta ve onun üzerindeki beyaz kabuğu çevire çevire soymaktadır. Bu sırada güneşin aydınlığından mahrum kalan insanlar, hemen karanlığa gömülüvermektedir. Dördüncü delil, güneştir:
38. Onlar için bir başka delil olan güneş, kendine ait yörüngesinde belli bir kanuna göre akıp gider. İşte bu, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi en iyi bilen Allah’ın takdiridir.
Günümüz astronomi ve güneş fiziği verilerine göre güneşle ilgili şu bilgilere yer vermek tefekkürümüzü artırmaya yarayacaktır: Güneş ile dünya arasındaki uzaklık yaklaşık 150 milyon kilometredir. Kâinatın yaşı yaklaşık 15 milyar yıl, güneşin yaşı da 5 milyar yıl tahmin edilmektedir. Güneş, içinde sıkışan ve yoğunlaşan maddelerin birleşip bütünleşmesiyle çok büyük bir alev topu hâlini almıştır. Orta büyüklükte bir yıldız olan güneş, hacim itibariyle o kadar büyüktür ki içine dünya gibi yaklaşık 1.300.000 gezegen sığabilir. Yüzey sıcaklığı 6000 santigrat derece, iç sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir.
Kendi yörüngesinde saatte 720.000 kilometrelik muazzam bir hızla hareket eder. Bu, yaklaşık bir hesapla güneşin günde 17 milyon 280 bin kilometrelik yol kat ettiğini gösterir. Güneşte her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk fark gaz maddesi de enerji ışın hâlinde uzaya yayılır. Yok olan kütleye göre hesap yaparsak güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu değer yine de güneşin şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadar ancak tutacaktır. Bu muazzam gücü ve enerjisiyle güneş, başta insanlık olmak üzere yeryüzündeki tüm canlılığa en faydalı olacak güç ve büyüklükte yaratılmış olup ışınlarını ölçülü bir şekilde dünyaya ulaştırmaktadır. Ancak günün birinde güneşin merkezindeki hidrojen azala azala bitecek, güneşin merkezi gittikçe helyum bakımından zenginleşecek ve merkez ağırlaştıkça da çevresini kendine doğru daha fazla çekecektir. Bu da dünyanın sonu demektir. Bahsettiğimiz bu muazzam güneş, samanyolu galaksisinde bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan sadece birisidir.
Aynı şekilde samanyolu galaksisi de, modern teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca birisidir. Ve bu samanyolu galaksisinin bir ucundan diğerine gitmek için 100 bin ışık yılı gereklidir. Işık ise 1 saniyede 300.000 kilometre gider. İşte dünya, bu galaksinin spiral kollarından birinde yer almaktadır. Dünyadan hareket edip galaksimizin merkezine varabilmek için 300.000 trilyon kilometre gitmemiz gerekir. İşte bu muazzam sistem içinde güneş gibi durmadan yanan dev ateş topunu yaratan, döndüren ve ışığını alıp söndürecek olan kudret, şüphesiz Rabbimizin kudretidir. Beşinci delil aydır:
39. Ay için de bir takım menziller tâyin ettik; dolaşa dolaşa sonunda o, eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı gibi kuru, sarı, hilal gibi kavisli olur.
40. Ne güneş aya yetişip çarpabilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri, kendine ait bir yörünge de yüzer, gider.
Ayın dünya etrafındaki yörüngesinde dönerken uğradığı menziller vardır. Her menzilde değişik bir şekil ve hal alır. Günden güne peyderpey büyür, on dördünde dolunay hâlini alır, kemâle erişir; sonra tekrar peyderpey küçüle küçüle nihâyet âyette beyân buyrulduğu gibi eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı gibi kuru, sarı, kavisli bir hâle gelir. اَلْعُرْجُونُ (‘urcûn) hurma salkımının sapına denir. اَلْقَد۪يمُ (kadîm) de eski demektir. Hurmanın sapı eskidikçe incelir, eğrilir ve sararır. İşte bir aylık seyahat sonunda ay, tıpkı eski hurma sapı gibi ince, eğri, sarımtrak bir görünüm verir. Bu benzetme hilalin ilk ve son şeklini göstermekle kalmaz, aynı zamanda ayın, yörüngesinde geçerken dünya çevresinde bir ayda dolandığı yolun biçimini de göstermiş olur.
Günümüz ilmî tespitlerine göre, ayın geçtiği güzergâh tam dâirevî olmayıp bir tarafı konkav bir eğrilik arz eder. Güneş ve ayla birlikte uzaydaki bütün gök cisimlerinin her biri kıyâmete kadar kendi yörüngesinde yüzmeye devam edecektir. Şunu ifade edelim ki, gezegenler güneşin, güneş samanyolunun etrafında döner. Aynı şey diğer bütün yıldızlar için de söz konusudur. Fakat iş samanyolu ile de bitmez. Galaksiler de kümeler kurarlar; onlar da ortak çekim merkezleri etrafında dönerler. Zerreler âleminde de durum aynıdır. Moleküllerin hareket ve titreşimleri, atomların ve atom parçacıklarının hareketleri, kendileri için belirlenmiş yörüngelerde, hiç durmadan sürüp giden akışlardır. Evrendeki bütün bu akıl almaz varlıklar, olaylar ve hareketler, bir muhteşem plan teşkil edilecek şekilde planlanmıştır ve gerçekleştirilmektedir. (bk. Kandemir ve diğerleri, Meâl, II, 1523) Diğer bir kudret delili ise bizzat insanın kendi hayatından:
41. İnsanlar için Allah’ın birliğini gösteren bir başka delil, nesillerini yüklü gemilerde batmadan taşımamızdır.
42. Gemiler gibi, onlar için üzerlerine binip seyahat edecekleri daha nice vasıtalar yarattık.
43. Dilesek onları suda boğarız da, ne feryatlarına koşan kimse olur, ne de bir yolunu bulup boğulmaktan kurtulabilirler.
44. Ancak kurtulmaları için tarafımızdan bir rahmetin kavuşması ve onları belli bir zamana kadar yaşatmayı istememiz müstesnâ!
“Dolu gemi”den maksad Hz. Nûh’un gemisi olabileceği gibi, insanın zürriyetini taşıyan babaların sulpleri ve anaların rahimleri olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak insan neslinin tohumlarını, nutfelerini âdeta yüklü gemiye benzeyen bu mahallerde taşımaktadır. Yine Rabbimizin bizler için mûcize olan Nûh’un gemisi gibi normal şartlar altında binebileceğimiz vasıtalar yaratması, O’nun bir kudret nişânesidir. İster Nûh’un gemisinde, ister babalarımızın sulbü ve analarımızın rahminde, isterse normal hayatımızda bindiğimiz gemilerde olsun, taşınma esnâsında Allah Teâlâ bizi boğmak istese, kimse buna engel olamaz; kimse bizi kurtaramaz. O halde bizim o uzun deniz yollarından sağ sâlim dünya limanına ulaşıp, orada insan suretine bürünmemiz, yiyip içmemiz ve bütün unsurlarıyla hayatımızı idâme ettirebilmemiz sadece ve sadece Allah’ın bir lutfu ve rahmetidir. Hâl böyleykey:
45. Onlara: “Sizi önünüzden ve arkanızdan kuşatan günahlar ve onların hem dünya hem âhiret açısından açacağı kötü sonuçlar karşısında güzel bir takvâ hayatı ile Allah’ın koruması altına girin ki dünyada faziletli bir hayat sürme, âhirette de ebedî saâdete ulaşma adına merhamete lâyık olasınız” dendiği zaman aldırış etmezler.
46. Kendilerine ne zaman Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.
47. Onlara: “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden muhtaçlara verin!” çağrısı yapıldığında, kâfirler mü’minlere: “Dilediği takdirde Allah’ın rızıklandırıp doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Bu, bizim vazîfemiz mi? Doğrusu siz apaçık bir şaşkınlık içindesiniz” derler.
Rivâyete göre Hz. Ebûbekir, yoksul müslümanlara yemek yedirir, onları doyururdu. Bir gün yolda ona rastlıyan Ebû Cehil: “Ey Ebûbekir, Allah’ın bu yoksulları doyurabileceğini mi iddia ediyorsun?” diye sordu. Ebûbekir: “Evet” dedi. Ebû Cehil: “O halde neden onları yedirip doyurmuyor?” diye sordu. Hz. Ebûbekir: “Allah bir takım kimseleri fakirlikle, bir takım kimseleri de zenginlikle imtihan etmiş; fakirlere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emretmiştir” dedi. Ebû Cehl: “Vallahi ey Ebûbekir, sen olsa olsa apaçık bir şaşkınlık içindesin. Sen sanıyor musun ki Allah bunlara yedirmeye gücü yeterken yedirmemiş de sen onlara yediriyorsun?” dedi ve işte bunun üzerine bu (47.) âyet-i kerîme ile “Kim hayır yolunda verir ve günahlardan sakınırsa, o en güzeli yani kelime-i tevhîdi ve gereğini tasdîk ederse, biz de onu en kolay olana; huzur ve saâdet yeri olan cennete muvaffak kılarız” (Leyl 92/5-7) âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 26) Buna mukâbil âhirete iman etmeyenler:
48. Bir de: “Eğer doğru söylüyorsanız bizi tehdit edip durduğunuz bu kıyâmet ne zaman?” diye soruyorlar.
49. Anlaşılan onlar, dünyevî meseleler veya şahsî menfaatleri üzerinde birbirleriyle çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak yakalayacak olan korkunç bir çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar.
50. O çığlık geldiği zaman ise, artık ne bir vasiyet yapmaya fırsat bulabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “İki kişi kumaşlarını satış yapmak üzere açmış iken kıyâmet kopuverecektir. Onlar onu daha katlayamadan kıyâmet kopacaktır. Adam dâvarlarını sulamak maksadıyla yaptığı havuzunu çamurla sıvarken daha onları sulayamadan kıyâmet kopacaktır. Kişi terazisinde tartmak isterken, bir kefesine ağırlık koyduğunda alçalmışken, diğerine de koyacağını koyup daha yükseltemeden kıyâmet kopacaktır. Adam yemek üzere lokmasını ağzına götürmüşken onu yutamadan kıyâmet kopacaktır.” (Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 140) Peki, kıyâmetin kopması için sûra üflenince neler olacak:
51. Sûra ikinci kez üflendi: İşte onlar kabirlerden kalkmış, Rablerinin huzuruna doğru akın akın koşuyorlar.
52. “Eyvah bize!” diye bağrışıyorlar, “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı? Demek Rahmân’ın kesinlikle olacak diye haber verdiği hâdise buymuş; meğer peygamberler doğruyu söylermiş!”
53. Bütün olay, sadece korkunç bir çığlıktan ibarettir. Onların hepsi huzurumuzda toplanıverecekler.
54. O gün kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Siz de ancak dünyadayken işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.
Yasin Sureisi 52. âyette yer alan “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı?” ifadesinde kabir hayatıyla ilgili olarak iki önemli gereçeğe işaret edilir. Birincisi; kabir azabı, mahşer yerinde yaşanacak dehşet ve cehennemin azabına göre gece uykuda görülen kabus gibi olacaktır. İkincisi; Hz. Ali: “İnsanlar dünyada iken uykudadır, kabre girince uyanırlar” der. İman ve yaratılış gerçeklerini kavrama açısından, kabir hayatına göre dünya hayatı bir uyku gibidir; insanlar ölünce artık gözlerinin önünden maddî veya ceset perdesi kalktığı için görüşleri daha keskin olur (bk. Kâf 50/22) ve bu hakikatlere uyanırlar. Âhiret hayatıyla kıyaslandığında ise kabir hayatı bir uyku gibidir. Bütün gerçekler tüm açıklığı ile âhirette ortaya çıkacaktır.
Bakın, o gün cennetlikler ne halde olacak:
55. Cennet ehli o gün tatlı, mutluluk dolu meşguliyetler içinde cennet nimetlerinden yiyip içerler.
56. Kendileri ve eşleri, gölgeler altında, koltuklara kurulup yaslanırlar.
57. Orada onlar için çeşit çeşit meyveler ve canlarının çektiği her şey vardır.
58. Bir de, merhameti pek bol olan bir Rabden onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır.
Cennet nimetlerinin en güzeli, sınırsız merhamet sahibi olan Yüce Rabbimizin, cennet ehline hitap ederek onları bizzat selâmlamasıdır. Bu hususta Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Cennet ehli nimetler içerisinde bulundukları bir sırada onlara bir nûr görünecektir. Başlarını kaldıracaklar bir de ne görsünler, şanı yüce Allah üst taraflarından onlara görünmekte ve: «- Ey cennet ehli, es-selamu aleykum» diye buyurmaktadır. İşte yüce Allah’ın: «Bir de, merhameti pek bol olan bir Rab’den onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır» buyruğu bunu anlatmaktadır. Rab onlara, onlar da ona bakarlar. Ona baktıkları sürece içinde bulundukları hiçbir nimete dönüp bakmazlar bile. Nihâyet hicabı arkasında onlardan gizlenince onların bulundukları yerlerde nûru ve bereketleri üzerlerinde kalmaya devam eder.” (İbn Mâce, Mukaddime 13/184) İnkârcı suçluların içler acısı durumuna gelince:
59. Sonra kâfirlere şöyle seslenilir: “Ey inkârcı suçlular! Bugün mü’minlerden ayrılıp şöyle bir kenara çekilin bakalım!”
Bir öğretmenin, suç işleyen bir talebesini arkadaşlarından ayırıp: “Sen şöyle bir kenara çekil, bakayım” demesi bile ne kadar ürkütücü ve korkutucu olur. Burada ise husûsî bir cezaya çarptırmak üzere mücrimlere böyle hitap edenin Âlemlerin Rabbi olduğunu düşündüğümüz de manzaranın ne kadar korkunç olduğu anlaşılacaktır. O inkarcı suçlulara böyle hitap edilmesinin sebebi:
60. “Ben size öğüt vermedim mi: Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.”
61. “Yalnız bana kulluk edin; dosdoğru yol işte budur” diye?
62. Buna rağmen, gerçekten o içinizden nice nesilleri doğru yoldan saptırdı. Aklınızı kullanıp, ona göre davranmalı değil miydiniz?
63. İşte, tehdit edilip durduğunuz cehennem!
64. İnkâr içinde yaşayıp kâfir olarak öldüğünüz için, yanıp kavrulmak üzere girin bugün oraya!
İlâhî tâlimatların esası ikidir: Birinci olarak def-i mefsedet yani zararlı şeylerin uzaklaştırılması gelir. Bu sebeple önce tüm kötülüklerin temsilcisi olan şeytana uyulmaması emredilmiştir. Çünkü o, insanın apaçık düşmanıdır. Tâ işin başında düşmanlığını ilan etmiş ve kıyâmete kadar bu işi yapmak için izin almıştır. Dünya imtihanının sırrı burada yatmaktadır. Hasan Basrî (k.s.) şöyle der: “Bir kimsede şu dört koruyucu olursa, Yüce Allah onu şeytanın şerrinden korur: ✓ Bir şeye karşı aşırı istek duyduğu zaman, kendini kaybetmemek, nefse hâkim olmak. ✓ Bir şeyden korktuğu zaman, yine kendini kaybetmemek, nefse hâkim olmak. ✓ Şehvet duyguları kabardığı anda onları dağıtmasını bilmek, nefse hâkim olmak. ✓ Öfke anında hemen şuursuz davranışlara girmemek, yine nefse hâkim olmak.” (Hânî, el-Hadâiku’l-verdiyye, s. 336-337) İkinci olarak celb-i menfaat, yani iyiliklerin kazanılması gelir. Bunun da esası tüm güzelliklerin kaynağı olan Allah’a kulluktur. O halde yalnızca Allah’a kulluk yapılacaktır. Zâten insanı cehennemden kurtarıp cennete götürecek dosdoğru yol da, Allah’a ihlasla kulluk yoludur. İnsan, yapılması gerekenleri dünyada yapmalıdır. Zira kıyâmet günü geçerli bir bahane uydurma imkân ve ihtimali yoktur. Çünkü:
65. O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.
Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurunda idik, tebessüm buyurdu. Sonra: “Niçin güldüğümü biliyor musunuz?” diye sordu. Biz: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedik. Şöyle buyurdu: “ Kulun Rabbine hitabından dolayı tebessüm ettim. O: «Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?» der. Yüce Rab: «Evet» buyurur. Bu sefer kul: «Ben kendime karşı ancak kendimden olan şâhidi kabul ederim» der. Bunun üzerine yüce Allah: «Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak da kirâmen katibîn melekleri yeter» buyurur.” Efendimiz devamla buyurdu ki: “Allah o kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer azalarına konuş denilir. Azaları yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: «Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücâdele edip duruyordum.»” (Müslim, Zühd 17) Gerçek böyleyken, insanların hâlâ inkâra devam etmeleri şaşılacak bir durumdur. Onlar hiç düşünmüyorlar mı ki:
66. Dileseydik onların gözlerini büsbütün silme kör ederdik de, öylece yollara dökülüp koşuşurlardı. Ancak o zaman nasıl görebilirlerdi ki?
67. Dileseydik onların mâhiyet ve şekillerini değiştirir, kendilerini oldukları yerde dondurup çivileyiverirdik de artık ne bir adım ileri gidebilir ne de geri dönebilirlerdi.
Yüce Rabbimiz, insanları imtihan etmek için gereken bütün şartları hazırlamıştır. İnsana göz, kulak, kalp, akıl, irade ve idrâk vermiş, ona bir takım imkânlar sağlamış, onu canlı cansız diğer varlıklardan farklı yaratarak ona daha geniş bir hareket alanı çizmiştir. Eğer Allah, inkârları sebebiyle onların gözlerini büsbütün kör etseydi, hepsi mecburen imana koşarlardı. Yine onları inkâr ettikleri için insan şeklinden çıkarıp cansız bir taşa veya şaşkınlığından ne yapacağını bilmeyen bir hayvana çevirse ve onları oldukları yerde dondursaydı, ne ileri gitmeye güçleri yeter, ne de geri dönebilirlerdi. Eğer böyle yapsaydı imtihanın anlamı kalmazdı. Hâsılı Rabbimiz, insanı dar bir imtihan salonuna mahkum etmeyerek, yeriyle göğüyle ve bunlar içindeki varlıklar ile tüm kâinatı imtihan sahası olarak belirlemiştir. Bu bakımdan Allah’a kul olmak çok faziletli bir durum olmakla birlikte, kulluk imtihanı gerçekten ağırdır. (Kehf 18/7-8; Mülk 67/2) Allah Teâlâ’nın, önceki âyetlerde bahsedildiği üzere ister gözlerini tamâmen kör etmek, ister başka bir varlığa çevirip hareket imkânını elinden almak gibi insan varlığına yönelik istediği her şeyi yapmaya güç yetirebileceğinin en güzel misâli, yine insanın kendi hayatıdır:
68. Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?
Bu âyette husûsîyle ihtiyarlık dönemimizi tefekkür etmemiz istenir. Ömrü uzamış yaşlı insanlara bakıldığı zaman, yaratılışlarının baş aşağı edildiği; bellerin büküldüğü, dişlerin döküldüğü, gözlerin görmez olduğu, kulakların duymaz olduğu, dilin dönmez olduğu, el ve ayakların gücünü kaybedip tutamaz ve yürüyemez hâle geldiği, kalbin sıhhatli atmadığı, midenin hazmetmediği görülür. Şâirin ifadesiyle: “Güzeşte-hüsn olanın perçemi cemâlinde Cenâze üstüne pûşîde Kâbe örtüsüdür.” (Yüsrî) “Güzellik çağı geçmiş olanların yüzlerine sarkan perçemler, içinde cenâze bulunan tabutun üstüne örtülmüş Kâbe örtüsüne benzer.” Herhalde “ömrün en rezil dönemi” diye isimlendirilen bu hâle kimse düşmek istemez; fakat düşüyoruz. Uyumamıza, uyanmamıza, günlerin geçmesine, kalbimizin atmasına ve kanımızın damarlarda akmasına engel olamadığımız gibi, ihtiyarlamamıza da engel olamıyoruz. Hz. Mevlânâ da bir temsille ruh-beden ilişkisini anlatarak insanın fâniliğine şöyle dikkat çeker: “Bahar mevsimi gelince, yeşillikler: «- Biz kendiliğimizden yeşerdik, sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz» derler. Yaz mevsimi onlara der ki: «- Ey varlıklar, ben geçip gidince hâlinizi görürsünüz.» Beden de güzelliği ile övünür, nazlanır durur. Çünkü onda gücünü kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir. Rûh bedene seslenir de der ki: «- Sen de kim oluyorsun? Ey süprüntülük, bir iki gün benim ışığımla dirilip yaşadın. Halbuki işven, nazın cihana sığmıyor. Dur hele senden bir ayrılayım, hâlini o zaman gör. Ey güzel varlık, senin için yanıp tutuşanlar, sen ölünce çabucak senin mezarını kazarlar. Bir an önce seni evinden atarlar. Sonra, seni yılanlara, karıncalara gıda olmak için toprağa gömerler. Sen hayatta iken, evinde, çok defa senin önünde ölüme râzı olan yok mu? İşte o, cesedinin pis kokusundan burnunu tıkar.»” (Mevlânâ, Mesnevî, 3265-3271. beyitler) İşte Kur’an, gaflet içinde boğulan insana bu gerçekleri hatırlatmak için lutfedilmiştir:
69. Biz Peygamber’e şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona verdiğimiz ancak bir öğüt, bir irşat kitabıdır; maksatları belli, gerçeği açıklayan bir Kur’an’dır.
70. Biz onu, kalben diri olanları uyarsın, kâfirler hakkında da deliller tamamlanıp ilâhî azap hükmü kesinleşsin diye indirmekteyiz.
Kur’ân- Kerîm’in hem söz hem de mâna itibariyle şiir olmadığı bellidir. Evvelâ Kur’ân’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kâfiyesi yoktur. Mâna bakımından ise şiir, doğru olup olmadığına bakmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zannî kıyaslara ve hissî oyunlara aittir. Kur'an ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri, böylece peygamberi bir şâir gibi tanıtmak istedikleri için, Peygamber’e şiir öğretilmediği ve ne peygamberlik makamına şâirliğin, ne de Kur’an’a şiir demenin münâsip olmadığı beyân edilir. Kur’ân-ı Kerîm, başka değil, ancak bir zikir, Allah tarafından bir öğüt ve irşat kitabıdır. O, ibâdetlerde ve ibâdethanelerde okunup sevap kazanılabilecek, her türlü emir ve yasaklarına itaat edilmesi gereken Allah kelâmıdır. Kur’an, diri bir kalbe, selîm bir akla ve tertemiz duygulara sahip kimseleri uyarıp onları gafletten uyandırır. Çünkü ancak böyle sağ duyulu kişiler Kur’an’ın âyetlerine kulak verir ve onlardan etkilenir. Buna mukâbil yine Kur’an’ın inzârı karşısında inat ve ısrar ile inkâra devam edenlerin aleyhine azap sözü kesinleşmiş olacaktır. Hâsılı Kur’an, imtihan sahasında başarılı ile başarısızı, hidâyete erenle sapıklıkta kalanı, ebedî rahmete erenle azaba mahkûm olanı birbirinden ayıran emsalsiz bir ayıraçtır. Kur’an’ın bu furkân vasfı kıyâmete kadar devam edecek; bütün insanlığı tek Allah’a inanıp kulluk yapmaya çağıracaktır:
71. Görmezler mi ki, bizzat ellerimizin yaptıklarından onlar için nice hayvanlar yarattık? Kendileri de bu hayvanlara kolayca sahip olmakta ve onları diledikleri gibi kullanabilmektedirler.
72. Biz bunları emirlerine boyun eğdirdik; bir kısmına binerler, bir kısmından da yerler.
73. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içecekleri sütler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74. Böyleyken, sanki kendilerine bir yardımı dokunacakmış gibi, kalkıp Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
75. Oysa bu sözde ilâhların onlara yardım edecek güçleri yoktur. Aksine, asıl kendileri onları korumakla görevli asker durumundalar.
76. O halde Rasûlüm! Onların ileri geri konuşmaları sakın seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de biliriz, açığa vurduklarını da.
Ne hayrete şâyandır ki müşrikler, bizzat bakımını üstlendikleri, reklâmını yaptıkları, kendileri korumadıkları takdirde ayakta durmaları mümkün olmayan putları, belki kendilerine yardım ederler diye tanrı ediniyorlar. Halbuki onların yardım edemeyeceklerine, bizzat kendilerinin yardıma muhtaç olmaları delildir. Üzerlerine sinek konsa onu kovamazlar. Üstlerine sürülen balı veya tatlıyı bir sinek yalamak istese ona da engel olamazlar. Artık böyle gaflet içinde ve vurdumduymaz ahmakların hallerine üzülmenin ve bu cühelâ takımının ileri geri sarf ettikleri laflarına kulak asıp mahzun olmanın gereği yoktur. Şu halde Rasûlullah ve onun yolunu izleyen mü’minler böyle aksi durumlardan müteessir olmamalı; dîni tebliğ, yaşama ve yaşatma yolundaki faaliyet ve hizmetlerini azimle sürdürmelidir. Ancak bu hizmeti yürütürken hitap ettiği insanın, acziyetine ve cehâletine rağmen şu pervasızlığını da asla gözardı etmemelidir:
77. İnsan hiç dikkat edip düşünmez mi ki, biz onu bir damla sudan nasıl yaratıyoruz? Böyleyken, o bize karşı yaman bir düşman kesiliveriyor!
78. Kendi yaratılışını unutup, bize bir misâl getirmeye kalkışıyor da: “Şu çürümüş gitmiş kemikleri kim diriltecek?” diyor.
79. De ki: “İlk defa onu yoktan kim yarattıysa, tekrar O diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkiyle bilendir.
Bu âyetlerin inişiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden Übey b. Halef, çürümüş bir kemik alıp elinde ufaladıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.)’e dönerek: “- Allah’ın, bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” demişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Evet, seni öldükten sonra tekrar diriltecek ve cehenneme sokacak” diye cevap verdi. Bu olay üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 38) Evet, bütün bu cehâlet, gaflet ve inkârına rağmen insanı değersiz, atılmış bir su olan meniden, sonra ondan süzülmüş bir öz olan nutfeden en güzel kıvamda bir varlık olarak yaratan; yaratılanları bütün özellikleriyle bildiği gibi yaratmanın da her çeşidini bilen Allah Teâlâ, ölüleri elbette diriltmeye yetecek gücün sahibidir. Varlıkları ilk defa yoktan var eden için, onları yeniden yaratmak hiç de zor değildir. (bk. Rûm 30/27; İsrâ 17/51) Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri dirilteceğine dâir ikinci delil, yeşil ağaçtan tutuşturduğumuz ateşin çıkmasıdır:
80. Yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. Siz de ancak bu sayede ateşinizi tutuşturmaktasınız.
Ateşle yeşillik birbirine zıttır. Ateş kurutucu ve öldürücü iken, yeşillik yaştır ve canlılık eseridir. Normalde birinin olduğu yerde diğeri bulunmaz. Fakat Allah Teâlâ, sonsuz kudretiyle yeşil ağacın içine ateş çıkarma özelliği koymuştur. Hicazda bulunan marh ve afar ağaçlarından birer dal kesilip birbirine sürülünce çakmak gibi ateş çıkar. Çölde yolculuk yapanlar bu dalları birbirine sürterek ateş yakarlar. Yeşilliğin tabiatına zıt bir şey verip ondan ateş çıkaran Allah, çürümüş kemiğe de, onun tabiatına zıt olan hayatı verip diriltmeye kadirdir. Âyet-i kerimede bir kısım ilmî işaretler olduğu da ifade edilmektedir: Bir yoruma göre âyet, bu iki ağacın yanısıra, petrole de işaret etmektedir. Bilindiği gibi petrol, yeşil ağaçların, bitkilerin toprakta çürüdükten sonra geçirdikleri kimyevî istihaleler sonucu meydana gelmektedir. Petrolün arazide aktığı ve halkın ondan ateş yaktığı tarihî bir gerçektir. (Ünal, Meâl, s. 971) Bir diğer ilmî yorum da şudur: Ağaç ve ateş arasında çok daha açık olan bir ilişki, oksijenle ilgilidir. Çünkü ateş ancak oksijenle var olur; oksijen ise ağaçlar tarafından üretilir. Üstelik fotosentez yoluyla gerçekleşen bu üretim, ağacın yeşilliği ile de doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla bizim tutuşturduğumuz her ateş de, yeşil ağaçtan çıkan oksijenle yanar. Ancak on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar insanlığın ne oksijenden ne de onun veya ateşin bitkilerle ilişkisinden haberi vardı. (Kandemir ve diğerleri, Meâl, II, 1533) O halde düşünün bakalım:
81. Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, insanlar ölüp yok olduktan sonra onları aynı şekilde yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter! Çünkü O, her şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yaratan, her şeyi hakkiyle bilendir.
82. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “Ol!” der; o da hemen oluverir.
83. Her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır o Allah ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz!
Şimdi tüm kâinat üzerindeki bu ilâhî hâkimiyetin ve varlıkları öldükten sonra yeniden hayata döndürmeye yetecek ilâhî kudretin geniş bir açıklaması olarak Sâffât Sûresi gelmektedir.