Sahâbe-i kirâm, îman heyecanını yalnız kalplerinde değil, hayatlarının her safhasında yaşayarak ortaya koyardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını bir hizmete çağırdığında, meselâ:
“–Bu mektubu Herakliyus’a, şu mektubu Pers İmparatoru’na kim ulaştıracak?” buyurduğunda, nice sahâbîler ânında ayağa kalkar, gözlerini bile kırpmadan bu yüce göreve tâlip olurlardı. Aşılması gereken uçsuz bucaksız çölleri, saray kapısındaki cellâtları, kanla sulanmış yolları düşünmezlerdi. Onlar için en büyük gaye, Allah Rasûlü’nün gönlünde yer edinmekti.
Ashâbın îmanındaki canlılık, kalplerindeki aşk ve Allah Rasûlü’ne olan muhabbetlerinde tecellî ederdi. Her birinin dilinde sıkça duyulan o söz, sahâbî gönlünün özeti gibiydi:
“–Anam, babam, malım ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!..”
Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü’yle âhirette de beraber olabilmek iştiyâkıyla her davete aşkla koşar, hiçbir vazifeyi ağır görmezdi. İslâm’ı tebliğ için Semerkant’a, Kayravan’a, dünyanın en uzak köşelerine kadar gittiler. Bu kutlu heyecan, onları diri tuttu; asla yılmadılar, yorulmadılar, usanmadılar. Her adımlarını Allah ve Rasûlü’nün sevgisiyle attılar; yolları dikenli de olsa, yürekleri gülden yumuşaktı, aşk ile doluydu.