HABER MERKEZİ - Kâinatta var olan her şey, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rahmetiyle varlığını sürdürür, değer kazanır. Rahmet, ilâhî gazaptan her zaman öndedir; çünkü Allah rahmeti ve merhameti sever. Bu sebeple, kâfirler dahi nefes almakta, rızıklarını temin etmektedir. Kainatın ayakta kalması da bu rahmetin enginliğine bağlıdır. En yüce rahmet olan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
İnsanoğlu, bu rahmetle donatılmıştır ve üzerimizdeki bütün nimetler, rahmet güneşinin ilâhî ikramlarıdır. Doğadaki güzellikler, insanı ahsen-i takvime yükselten ahlâkî meziyetler ve büyük şahsiyetler hep bu rahmetin yansımalarıdır. İnsanlık ancak O’nun örnek şahsiyeti sayesinde saâdet ve kurtuluşa ulaşabilir.
Bizler, bu ilâhî rahmet ve sevgiden kaynaklanan hayat düsturlarını yaşamalı; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali -radıyallâhu anhüm- gibi asrın örnek şahsiyetlerine muhabbette bulunmalıyız. Çünkü bu düsturlar insanlığı zulüm ve felâketten kurtarmış, doğruluk ve adalet temelli bir medeniyet inşa etmiştir.
Toplum ve idareciler, ancak bu ahlâkî ve ilimsel prensipler ışığında varlıklarını sürdürebilir. Bu bilinçle hareket etmek “emânet şuuru” gerektirir. Bu şuuru kazanmak ise nefis ve dünyevîlikten arınmış, rûhânî bir tefekkürle mümkün olur. Manevî terbiye, tasavvufî eğitim ve sâlihlerin feyzi, gönüllerimizi olgunlaştırır. Özellikle Hz. Mevlânâ’nın hikmet dolu öğretileri, bu rûhânî gelişimde önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak, O Rahmet Peygamberi’nin sunduğu bu hayat terbiyesi, bizlere rahmet ve bereket dolu bir ömür yaşatmanın yoludur.