Hazret-i Ali'nin düşmanı karşısındaki tavrı, nefsin karanlık arzularına karşı ilâhî bir nur gibi parladı. Yüzüne tüküren bir düşmanı dahi kalbindeki kinle değil, Rahmân’ın rahmetiyle karşılayan bu büyük sahâbî, Allâh yolunda savaşın bile nefsânî duygulara alet edilmemesi gerektiğini fiilen gösterdi.
Hazret-i Ali, “Bunun için Allâh’ın rızâsından gayrı her şeyden yüz çevirdim” diyerek başladığı sözlerinde, yaptığı her şeyin samimiyetle, taklîd, hayal ve şüpheden uzak olduğunu beyan etti. O, Allâh için bir damla değil, daima coşkun bir akarsu olmayı tercih ettiğini belirterek, vuslat deryâsına ulaşmanın ancak böyle mümkün olduğunu dile getirdi.
Mücevher gibi sözlerine devamla şöyle dedi:
“Ben murassâ bir kılıç gibi vahdet incileriyle doluyum. Bu sebeple muharebede insanları öldürmekten ziyade, onların dirilmeleri için gayret ederim.”
Ve ardından geldiği noktayı gösteren en yüce sözlerden biriyle gönüllere seslendi:
“Şu gazâda seninle döğüşürken tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münâsip gördüm. Tâ ki, Allâh için seven ve Allâh için buğzeden bahtiyarlardan olayım.”
Hazret-i Ali, nefis ve şehvetine uyanların kölelikten beter bir hâlde olduğunu, gerçek hürriyetin nefsânî arzulara kul olmamakla mümkün olduğunu ifade etti. Şöyle dedi:
“Nefis ve şehvetine uyanlar, kendilerini öyle dipsiz bir kuyuya atarlar ki, onları kurtarmak için kuyunun dibine ulaşacak ip adeta yok gibidir.”
Ve ekledi:
“Ey kişi! Bende Hakk'ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer bu devlete erişmek istiyorsan beri gel ve bana yaklaş! Beri gel; Allâh, fazl ü rahmeti ile seni de âzâd eylesin! Zîrâ O'nun rahmeti, gazabını geçmiştir.”
Bu sözlerden sonra, hidâyet nûruyla müşerref olan bahtiyar kişiye Hazret-i Ali şu müjdeyi verdi:
“İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Evvelce kıymetsiz, sıradan bir taş idin. Şimdi hakîkat iksîri sayesinde ender bir mücevher hâline geldin. Küfürden ve onun dikenliğinden kurtuldun. Artık Hakk’ın bahçesinde bir gül gibi açıl!”
Ve onu kendisine denk kılarak şöyle buyurdu:
“Ey ilâhî nurla şereflenen! Artık sen bensin, ben de senim. Yâni sen de bir Ali’sin. Hâl böyleyken ben Ali’yi nasıl katledebilirim?”
Hazret-i Ali’nin bu ahlâkı, tıpkı Hazret-i Musa’nın Firavun’un sihirbazlarını îmân lezzetiyle sarsması gibi, kendisini öldürmek isteyen bir kişiyi îmân gülü hâline getirdi. Kendi canına kasteden birine hayat sundu, önünde kuyu kazanı hidâyet semâlarına taşıyan bir köprü eyledi.
Hazret-i Ali’nin bu merhametli ve hikmet dolu tutumu, A'râf Sûresi 199. âyetteki şu ilâhî emri hatırlatır:
“(Rasûlüm!) Sen afv yolunu tut! İyiliği emret ve câhillerden yüz çevir!”
Yine Furkân Sûresi 63. âyetinde bu yüce ahlâk şöyle övülür:
“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman ‘selâm’ derler.”
Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa‘bî’nin, kendisine hakâret eden bir fâsıka:
“Dediklerin doğru ise, Allâh beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allâh seni affetsin!” sözleri de bu nebevî ahlâkın bir yansımasıdır.
Yâ Rab! Bizleri nefsimizin zebunu olmaktan muhafaza eyle! Sen’in razı ve hoşnut olduğun ahlâk-ı hamîde ile gönüllerimizi tezyîn eyle! Âmîn.