“Sana karşı olan mahcubiyetim bana yeter. Başkasının önünde beni mahcup etme. Beni sen kaldır ki kimseler düşürmesin.”
Sadî-i Şîrâzî’nin bu duası, bir milletin dizlerinin üzerine çökmemek için göğe açılmış ellerinin tercümesidir adeta.
Bugün 1,5 milyar Müslüman’ın yükümlülüğü, Nil ile Fırat arasında kan ve gözyaşıyla direnen 8 milyon insanın omuzlarında değil; ümmetin suskunluğunda yankılanıyor. Gazze sadece bir şehir değil, insanlığın ayar noktasıdır artık. Orada yanan ateş, tüm kalpleri tutuşturmalı; siyasi hesapların, etnik tarafgirliklerin, kişisel çıkarların ötesinde bir vicdan muhasebesi başlatmalıdır.
Filistin toprakları üzerinde plan yapan her ideoloji, her din ve her güç, tarih boyunca orada neyi ne uğruna yaptığının hesabını vermiştir. Yüzyıllar boyunca Kudüs’te ve çevresinde yaşananlar, sadece bölgenin değil insanlığın da ibret panosudur.
Türkiye milleti, bu topraklara hep şefkatin, adaletin ve hürmetin sesi olmuştur. Selçuklu’dan Osmanlı’ya kadar her kavmi bir ana yüreğiyle saran bu millet, Kudüs’ün huzur dönemlerini barışla bezemiştir. Biz, mazlumu kollayan, hakkı gözeten bir ecdadın torunlarıyız. Asaletimiz, bu duruşun mirasıdır.
Ancak bugün; bu asil duruşu terk edip küçücük menfaatlerle yetinen, mazluma sırtını dönüp zalime tebessüm edenlerin sayısı artmakta. Bir muz için efendisinin zulmünü görmezden gelen maymun ruhlu insanları görmek zor değil artık. Bu zillet, mazlumun değil; onlara gözlerini kapatanların utancıdır.
Kendine “ümmet” diyen bir topluluk, ırkı dine tercih eden her anlayışla kendi öz evladına ihanet etmiştir. Unutulmasın ki, ümmetin kökleri Çanakkale’de birlikte şehit düşen Yemenli ile Türk’ün, Filistinli ile Arnavut’un, Suriyeli ile Kürt’ün ortak seccadesinde yeşermiştir. Tek bir ümmetiz; eksiklerimize rağmen dirileceğiz.
Peki siz, bu dirilişin neresindesiniz?
Kime hizmet ediyorsunuz?
Kimin çarkına su taşıyorsunuz?
Zulme uğrayanı değil, zalime göz kırpanı mı destekliyorsunuz?
Topkapı Sarayı’nın kapısında “Tüm Mazlumların Sığınağı” yazılıdır. Çünkü Türkiye milleti, vicdanın nöbetçisidir. Mazlumun kim olduğuna bakmaz. Gazzeli çocukların şehadeti bizim ciğerimize saplanan deve dikeni gibidir. Gazzeli bir annenin çığlığı, bizim sükûtumuzu utanca dönüştürmektedir:
“Doktor bir umut var dedi. Gidip geldim… Ne bebeğim kaldı, ne doktor kaldı, ne hastane…”
El-Ehli Baptist Hastanesi'nin bombalanmasının ardından sağlık görevlisi şöyle dedi:
“Kimse yaralı değildi. Hepsi öldü. Bu bir katliamdı. Vücut bütünlüğü olmayan cesetler gördük.”
Hâlâ “toprak sattılar” mı diyelim?
Bir aileyi tek bir kefene sarılı görüp hâlâ şüphe mi edelim?
Harvard Üniversitesi’nde bile gençler, baskılara rağmen Filistin için meydanlara çıkarken, bizler hâlâ sessizliği mi seçeceğiz?
“Aksa esaret altındayken kolesterolden ölen Müslümanlar” mı olacağız gerçekten?
Evet, eylemlerimizi akıl ve itidal ile yapmalıyız. Emniyet güçleriyle karşı karşıya gelmeden, provokasyona düşmeden, fakat zalimi sevindirmeden hareket etmeliyiz. Bu bir sorumluluk değil, varoluş meselesidir.
“Hayat devam ediyor” diyenlere cevabımız net:
Evet, hayat devam ediyor ama nasıl?
Her bir lokmamız, mazlumun ahıyla yoğruluyorsa, her kahkahamız bir çocuğun çığlığını bastırıyorsa, yaşamak nedir ki?
Bir çocuğun sesi kulaklarımızda çınlıyor:
“Anne, küçük çocukları küçük kurşunlarla mı vuruyorlar?”
Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi:
“Çocukları ürkütülmüş bir dünyanın, denizi mavi olsa ne yazar…”
Yaşamak, sadece nefes almak değil; bir vebalin farkında olarak yürümektir.
Ve şimdi, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniye’nin sözleriyle çağrı yükseliyor:
“Direniş, topraklarımızın işgalden kurtuluşunun başlangıcıdır. Katliamlar karşısında boyun eğmeyeceğiz. Gazze’den ya da Batı Şeria’dan göç olmayacak. Filistin halkı direnecek, kendi devletini kuracak ve kutsallarına kavuşacaktır.”
Son söz:
Filistin sadece bir toprak davası değil, bir vicdan meselesidir.
Diriliş ümidi ancak bu bilinçle yeşerir.
Ve biz…
Bu dirilişin neresindeyiz?
Şimdi değilse, ne zaman?