Günlük yaşamda sıkça dile getirilen “zarûret” kavramı, gerçekten ne anlama geliyor? Dînin sunduğu ruhsatların sınırları ne? Kişisel algılarla şekillenen zarûret anlayışı, dini ölçülerle ne kadar örtüşüyor?

Cenâb-ı Allah, kullarına hem dünya hem de ahiret saadetini kazandıracak hayat ölçülerini emretmiştir. Ancak bu emir ve yasakların tatbiki zorlaştığında bazı ruhsatlar da tanımıştır. “Zarûretler mahzurlu şeyleri mubah hâle getirir” kaidesi bu noktada öne çıkar. Ancak her ihtiyaç zarûret midir? Her zorluk bir istisna oluşturur mu?

Modern hayatın dayattığı şartlar, bireyleri zaman zaman dinî hassasiyetleri göz ardı etmeye yöneltebiliyor. Bağımlılık düzeyine ulaşan alışkanlıklar, keyfî tercih ve psikolojik şartlanmalar “zarûret” adı altında meşrulaştırılmak isteniyor. Oysa dinî ölçülere göre zarûret; hayatı sürdürmenin imkânsız hâle gelmesiyle ortaya çıkan istisnaî bir durumdur.

Meselâ birkaç gün aç kalan bir kimsenin haram olan bir leşi yemesi, ölüm kalım meselesi hâline geldiği için zarûret kapsamına girer. Fakat bir içeceği ya da sigarayı tüketmeden duramamak gibi durumlar, zarûret değil, kişisel bağımlılıktır. Bu tür durumlarda din, kişiye çözüm sunar; bağımlılığın tedavisi yoluna yönlendirir.

İbadetlerde de zarûretin etkisi olur. Namazın rükünlerini yerine getirmeye gücü yetmeyen bir kimse, gücü yettiği kadarını yapar. Ancak bu da kişinin kendi keyfî kanaatiyle değil, gerçek meşakkat ölçüsüne göre değerlendirilir.

Bir Elbiseyle Allah’ın Himayesine Girmek Mümkün
Bir Elbiseyle Allah’ın Himayesine Girmek Mümkün
İçeriği Görüntüle

Kadınların çalışma hayatına katılması da sıklıkla “zarûret” kavramı ile gerekçelendiriliyor. İslâm’a göre kadının çalışması yasak değildir, ancak bir mecburiyet yoksa zarûret oluştuğu da söylenemez. Gerçek zarûret, temel ihtiyaçların karşılanamaz hâle gelmesidir. Lüks tüketim eksikliği ya da psikolojik rahatlama ihtiyacı bu kapsamda değerlendirilmez.

Kadın, toplumsal üretimin asli unsurlarından biridir. Ancak bu üretim, insan neslinin devamı gibi en temel fonksiyonları da kapsar. Anne olarak gösterdiği çaba, başlı başına bir üretim faaliyetidir. Bu görev hafife alınmamalı, kadının fıtratına uygun olan sorumluluklar öncelik kazanmalıdır.

Sonuç olarak zarûret, dinin verdiği bir ruhsat olsa da kişisel kanaatlerle keyfî genişletilemez. Ölçüyü belirleyen, nefsin arzuları değil, şerîatın hükümleridir. Dinde ruhsat vardır ama bu ruhsatın sınırları da vardır.

Müslümanların Birlik ve Beraberliği: Kardeşliğin İnşası

İslam dini, bireysel ibadetlerin yanı sıra toplumsal sorumlulukları da esas alır. Bu sorumlulukların başında, Müslümanların kendi aralarında sevgi, dayanışma ve birlik içinde hareket etmeleri gelir. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin...” (Âl-i İmrân, 3/103).

Bu ayet, Müslümanların tefrikaya değil, vahdete yönelmeleri gerektiğini açıkça ifade eder. Çünkü dağınıklık, hem inanç hem de toplum düzeni açısından zayıflığa yol açar.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de ümmeti arasında kardeşliği pekiştirmiş, Medine'deki muhacir ve ensar arasında örnek bir kardeşlik tesis etmiştir. O şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu terk etmez.” (Buhârî, Mezâlim, 3).

İslam, Müslümanları bir vücut gibi görür. Vücudun bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvlar da bundan etkilenir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.):
“Müminler, birbirini sevmede, merhamette ve şefkatte bir beden gibidirler.” (Müslim, Birr, 66) buyurarak bu benzetmeyi kullanmıştır.

Bugün dünyada yaşanan pek çok sorunun temelinde, Müslüman toplumlar arasında yaşanan ayrılıklar yatmaktadır. Mezhep, etnik kimlik, coğrafya gibi sebeplerle oluşan bölünmeler, ümmet bilincine zarar vermektedir. Oysa ki İslam, Müslümanları kardeş ilan etmiş ve aralarında barış içinde yaşamalarını emretmiştir:
“Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin...” (Hucurât, 49/10).

Birlik ve beraberliğin sağlanması, sadece ibadetlerde değil; ekonomik, sosyal ve siyasi alanlarda da dayanışmayı gerektirir. Müslümanlar, birbirlerine kenetlendiklerinde, iç ve dış tehditlere karşı güçlü bir duruş sergileyebilirler. Aksi halde parçalanma, sömürülme ve zayıflama kaçınılmaz olur.

Netice olarak, İslam ümmetinin geleceği, bireylerin birlik ve kardeşlik bilinciyle hareket etmesine bağlıdır. Müslümanlar, farklılıkları zenginlik olarak görmeli, tevhid inancı etrafında kenetlenmelidir. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın rahmeti birlik içinde olanların üzerindedir.

Muhabir: Musap Yeşilmen