Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı hikmetli bir kıssa, kalbî arınmanın hakiki anlamını gözler önüne seriyor. Hikâyeye göre, Hazret-i Îsâ’ya (a.s.) yolculuk esnasında eşlik eden gaflet içindeki bir adam, ondan ism-i âzam duasını ister. Bu duayla ölüleri diriltmek gibi kudsî bir güce sahip olmayı arzulayan bu adam, henüz kendi iç âlemini temizlemekten uzak, kalben ölü bir hâlde bulunuyordu.
Hazret-i Îsâ (a.s.) ona şöyle cevap verir:
“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisan ve temiz bir kalp ister…”
Ancak adam ısrarcıdır. Bu ısrar karşısında Hazret-i Îsâ, Cenâb-ı Hakk’a yönelerek şöyle niyaz eder:
“Yâ Rabbi! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmek…”
Bu hikâye sadece geçmiş bir hadise değil, her çağın gafletine tutulmuş insanları için de derin bir uyarıdır. Zira nefsinin heva ve hevesinden arınmamış, kalbi ilâhî nurla dirilmemiş bir kişinin, başkalarına manevî rehberlik etmesi beklenemez.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı hikmetle aktarması, özellikle eğitimciler, irşad ehli ve gönül terbiyesiyle meşgul olanlar için ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Zira bir öğretmen, bir mürebbi, önce kendi kalbini ihyâ etmeli ki başkalarının yüreğine hayat aşılayabilsin. Nitekim Osman Nuri Topbaş Hocaefendi de bu kıssayı şu cümlelerle yorumlar:
“Kalbinde îman vecdi olmayan, bu aşkı talebeye nasıl aktarabilir? Kur’ân’ın mânâ kevserinden kendisi içmeyen, başkasına ne içirebilir?”
Velhâsıl, önce kalbimizi diriltmeli, gafleti bırakmalı, Rabbimizin huzuruna tertemiz bir kalple varabilmenin gayreti içinde olmalıyız.