Dördüncü olarak, kişi, içinde bol nimetlerin bulunduğu nâim cennetine varis olmayı ister. Çünkü en büyük kurtuluş ve başarı, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185) Bu dua, “ben ne cenneti isterim, ne cehennemden korkarım” gibi gaflet ifadelerini reddetmektedir.
Beşinci olarak İbrâhim (a.s.) bir müddet babası için dua ve istiğfar etmiş, ancak babasının inanmayacağı ve cehennemlik olduğu kesinleşince bundan vazgeçmiştir. (bk. Tevbe 9/114)
Son olarak, Yüce Mevlâ, insanların diriltileceği kıyamet günü herkesin kendisini mahcup etmemesini, rezil rüsvâ olmamasını ister. O gün mallar da evlatlar da insana fayda sağlamayacak; tek geçerli değer “kalb-i selîm” olacaktır. Şâir der ki:
“Sanma ey hâce ki senden zîr u sîm isterler,
«Yevme lâ yenfe‘u» da kalb-i selîm isterler.”
“Ey tâcir! Kıyâmet günü senden altın ve gümüş isteyeceklerini sanma. İnsana hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o günde sadece senden «kalb-i selîm» isteyecekler.”
“Kalb-i selîm”in özellikleri şunlardır: küfür, şirk ve şüphelerden arınmış; cehâlet ve kötü huylardan temizlenmiş; iman esaslarına samimiyetle inanmış; Allah korkusu ve aşkıyla dolu; sünnet-i seniyyeye gönülden bağlı, bid‘atlerden uzak; mal ve evlât sahibi olduğu halde kibirlenmeyen tertemiz bir kalp.
İsmâil Hakkı Bursevî “kalb-i selîm”in üç vasfını şöyle açıklar: kimseyi incitmeyen kalp, kimseye incinmeyen kalp, her duygu ve fiilinde Allah’ın rızâsını arayan kalp.
Dünya hayatında mal ve evlat engeline takılmadan, ilâhî huzura böyle bir kalple varmak esastır. Nitekim İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul olmuş ve “İbrâhim Rabbine kalb-i selîmle geldi” (Saffât 37/84) buyrulmuştur.
Böyle bir kalbe ulaşmak için, kalbin ince ve hassas çizgileri üzerinde dikkatli ve gayretli bir çalışma gereklidir. Bir şâir şöyle der:
“Müncelî âyine-i dilde nükûş-i kâinat,
İş o mir’ât-ı Mûsâffâya cilâ vermektedir.
Ref’ edince mâsivâyı nûr-ı Hak eyler zuhûr,
Maksat ancak kalbe böyle bir incilâ vermektedir.”
Gönül aynasında kainatın bütün nakışları görünürdür; yapılacak iş, kalbi tüm kirlerden arındırıp cilâlamaktır. Kalpten Allah dışındaki tüm sevgi ve ilgiler uzaklaşınca, Hakk’ın nuru tüm haşmetiyle ortaya çıkar. Esas maksat budur.