Özel öğretmenlerden aldığı derslerle yetişen Mevdudi; iyi derecede İngilizce, Arapça ve Farsça öğrendi. 1920’de babasının vefatı üzerine çalışma hayatına atıldı ve on yedi yaşında iken Hint kıtası Müslümanlarının büyük ilgi ile izlediği el-Camiat gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi.

Daha sonra Tercüman’ul Kur’an adıyla bir gazete çıkarmaya başladı. 1941 yılında Cemaat-i İslâmî’yi kurdu ve 1976 yılına kadar bu teşkilatın liderliğini sürdürdü. Mevdudi; fıkıh, ekonomi, siyaset, tarih, siyer, sosyoloji, kültür tarihi ve Kur’an ilimleriyle ilgili önemli eserler yazdı ve bu eserleri dünyanın neredeyse bütün dillerine çevrildi.

Çağdaş İslâm düşüncesinin sembol şahsiyetleri arasından yer alan Mevdudi, 22 Eylül 1979’da vefat etti. Mevdudi hemen hemen tüm eserleri Türkçe’ye çevrilen ender yazarlardandır.

Bu eserlerinden bazıları şunlardır: Kur’an’a Göre Dört Terim, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Hilafet ve Saltanat, İslâm’da Hükümet, Hitabeler, Tefhimü’l- Kur’an, İslâmî Kavramlar ve İslâm’da İhya Hareketleri.

EBU’L ÂLÂ EL-MEVDUDİ Gelin Müslüman Olalım ÇEVİREN Filiz Handan Türedi
SUNUŞ
HÜRREM MURAD

Kitabı okuyun, göreceksiniz ki Mevdudi’nin konuşmalarında bir kez
yer almış sıradan sözler bile olağanüstü ya da en azından bizim
zamanımızda olağanüstülük kazanmış bir özellik kazanmaktadır. Çünkü
o, sadece sözlük ve kültürel anlamları olan sözlere duygu ve niyet katar.
Böylece Kur’an’ın buyruğu tarafından yeniden şekillenen ve onun
yüreğinin potasında eriyen iman, İslâm ve İslâm’ın beş şartı gibi
kavramlar ilk ortaya çıktıkları yıllarda sahip oldukları canlılığa döner ve
devrimci bir heyecan kazanırlar. Derken inanç ve uygulamalarımızın o
kabul edegeldiğimiz hareketsiz dünyası kaybolmaya başlar. Sonra
Müslüman olmak için istek ve cesaret bulmaya başlarız. Anlatım tarzı,
yani üslubu da aynı derecede etkileyicidir.

Şüphesiz Mevdudi geleneksel bir vaiz değildi. Ne sesi havada çınladı
ne de bedeni kürsüde titredi. Ne şiir okudu ne de canlı hikâyeler
kullandı. Öyle olduğu halde bu kitabındaki anlatımında cansız baskı
sayfalarından çıkarak kalbimize sızan bir nitelik vardır. Öyleyse onun
bu kitabını en iyilerinden biri yapan dolaysız ama güçlü üslubunu, basit
ama derin mesajını daha yakından inceleyelim. Mevdudi’nin anlatımına
içe işleyen ve karşı konulmaz bir özellik veren nedir? O, gönülleri
uyandıran ve hayatları canlandıran gücü nasıl ediniyor?
Görünen o ki başlıca güç, mesajının tabiatında, gerçekliğinde,
basitliğinde ve kendisinin mesajının gerçek hayata uygunluğuna olan
tutkulu inancı ve içtenliğindedir. Fakat mesajını iletme tarzı da daha az
önemli değildir. İkna edici gücünün sırrı, söyleyecek önemli ve acil bir
şeyinin olması ve onu içten, yalın ve tutkulu bir şekilde anlatmasındadır.
İlk olarak, o, insanlarla kendi “dilleriyle” konuşur, bu da mesajını
aydınlık ve kolay anlaşılır kılar. Dili ve mantığı, deyimleri ve
benzetmeleri basittir ve okuyucunun günlük hayatına yerleşmiştir.
Kuramsal bir felsefeden, karmaşık bir mantıktan, esrarengiz bir
ilahiyattan türememişlerdir. Bunun sebebiyse karşısındaki insanların
sıradan köylüler, neredeyse hiç okuma yazma bilmeyen çiftçiler ve
hizmetliler olmalarıdır. Bu insanlar ne felsefe ve ilahiyattan, ne tarih ve
politikadan, ne mantık ve hitabetten ne de onun o zamana kadar yazıp
konuştuğu temiz bilim dili Urduca’dan anlıyorlardı. Bu yüzden onların
iyi anlayabilecekleri sözcüklere başvurmuş, kolay kavrayabilecekleri bir
mantığa yer vererek hergün yaşadıkları deneyimler yoluyla idrak
edebilecekleri mecazlar kullanmıştır.

Mevdudi’nin başlıca ilgi alanı bu dünyada olduğu gibi ahirette de
saygınlık ve başarı getirecek ve Allah’ın huzurunda geçerli olacak olan
gerçek imandır. İmana sadece sözle ulaşılamayacağını bakın nasıl bir
örnekle gösteriyor:
Düşünün ki soğuktan titriyorsunuz ve ‘pamuk yorgan, pamuk yorgan’ diye bağırmaya
başlıyorsunuz. Bütün gece tesbih çekip dua ederek aynı sözleri bir milyon kere de
söyleseniz soğuğun etkisi azalmayacaktır. Ama eğer bir pamuk yorgan alıp üstünüze
örterseniz soğuk kesilecektir.
Hiç kimsenin dünyaya gelişte bir ayrıcalığı olmadığını da şöyle bir
soruyla açıklar: “Bir Hintli Brahman’ın çocuğunun Brahman, Bir
İngiliz’in çocuğunun İngiliz, bir beyazın çocuğunun beyaz olması gibi
bir Müslüman’ın çocuğu da Müslüman olarak mı dünyaya gelir...”
Okumamış bir insanın bile cevabı “Hayır” dır.
Gelin yeniden Mevdudi’nin bu dünyadaki inançlı ve doğru yaşanmış
bir hayatla bunun sonucu olarak ardından gelecek hayatın sonsuz
mutluluğu arasındaki karmaşık bağlantıyı, gücünü hitabettiği insanların
günlük tecrübelerinden alan örneklerle nasıl anlaşılır bir şekilde
anlattığına bakalım. Birer çiftçi olan bu insanlar için seçilebilecek en iyi
örnek ekindir. “Buğday ekerseniz buğday yetiştirirsiniz, diken ekerseniz
diken yetiştirisiniz. Hiçbir şey ekmezseniz hiç bir şey yetiştiremezsiniz”
Bu yüzden “Eğer bu yolu (Peygamber’in yolunu) izlerseniz ahirette iyi
ürün elde edersiniz fakat karşı hareket ederseniz bu dünyada sadece
diken büyütür ahirette de sadece diken biçersiniz.”
İkinci olarak, basit ve dolaysız muhakemesi Mevdudi’ nin
konuşmasına son derece sıradışı bir kısalık ve zerafet verir. Herbiri
üzerinde iyice düşünülmüş sözcükleriyle çok önemli görüşler aktarır.
Her sözü, her düşüncesi, her örneği görevini yapar; okuyucularını
muhakemelerini kullanmaya ve kendilerini bütün kalpleriyle Müslüman
olma görevine bağlanmaya sevkeder.
Üçüncü olarak, muhakemeye başvurması Mevdudi’nin en belirgin
özelliklerinden biridir. Hitap ettiği kişiler sıradan, cahil insanlar olsalar
bile, onun için onlar sorumlu, zeki, aklı başında insanlardır. Kendileri
hakkında düşünmeleri gerekmektedir ve bunu yapabilirler. Çünkü Allah
onları böyle yaratmıştır. Bu yüzden Mevdudi bizi ucuz, abartmalı ve
mantıksız sözlerle yönetilebilecek nesneler yerine koymaz. Onun yerine
ısrarla ikna edici açıklamalara baş vurarak sağduyumuza hitap eder.
Bu amaçla peşin hükümlü beyanlardan ziyade bizi tekrar tekrar
sorularla karşı karşıya getirir. Bu sorular bizi ya kolayca sonuca götüren
ustalıklı önermelerdir, ya öne sürülen düşünceyi desteklerler ya da
çürütülemeyecek olsalar bile kabul edip etmemekte özgür olduğumuz
kararlar sunarlar. Kitap boyunca süren soru-cevap tarzı, Mevdudi’nin
söylevini tek kişilik bir konuşmadan çok bir diyaloğa dönüştürür.
Böylece kararlarının pasif alıcıları olarak kalmak yerine araştırmalarının
paylaşımcısı oluruz.
Bir örnek verelim: iman, küfür ihtimalini de kapsar. Bir Müslüman’ın
bir kâfirden farklı olduğu zihinlerimize iyice yerleşmiştir. Mevdudi, bu
sıkı sıkıya inanılan düşünceyi temel alarak imanın gerçek özünü sunar:
“Eğer bir kâfirin iki gözü varsa bu, Müslüman’ın da dört tane var demek
midir? Ya da kâfirin bir başı varsa Müslüman’ın iki tane mi vardır.”
Hayır diyeceksiniz. Hepimiz Müslümanların cennete kâfirlerin de
cehenneme gideceğini düşünürüz.
Mevdudi inatla, her iyi huylu insanda doğuştan varolan tarafsızlık
duygusuna hitabeder: “Kâfirler de sizin gibi insanlardır. Onların da
elleri, ayakları, gözleri, kulakları vardır. Sizinle aynı havayı soluyup
aynı suyu içer, aynı dünyada yaşarlar. Onları da sizi yaratan Allah
yarattı. Öyleyse siz neden onlardan daha üstün olasınız ki? Niçin siz
cennete giderken onlar cehenneme atılsınlar.” Biliriz ki kâfir kâfirdir,
çünkü ne Allah’la arasındaki ilişkiyi anlar, ne de bu yüzden hayatını ona
göre yaşar. Fakat Mevdudi düşünmemizi ister bizden: “Eğer bir
Müslüman, Allah düşüncesinden uzak kalarak yetişmişse onu kâfir değil
de Müslüman olarak adlandırmaya devam etmenin geçerli bir sebebi var
mıdır?” Böylece bu hoş olmayan fakat ciddi ve gözardı edilemeyecek
soruyu cevaplamayı bize bırakır. Varılacak sonuçsa şudur: “şimdi elinizi
vicdanınıza koyun ve söyleyin, eğer kendinizi Müslüman olarak
adlandırıyorsanız fakat aslında bir kâfir kadar cahil ve itaatsiz iseniz
sadece değişik isimler almakla, değişik elbiseler giymekle ve değişik
yiyecekler yemekle gerçekten bir kâfirden üstün olabilir misiniz?
Allah’ın bu dünyadaki ve ahiretteki lütfuyla onurlandırılabilir misiniz?”
Dördüncü olarak, Mevdudi’nin fikirleri asla akla uygun bir mantığın
kuru iskeleti değil, her zaman canlı, nabzı heyecan ve duyguyla atan bir
parça et ve kandır. Söylevinin gücü, günlük yaşamın düz ve basit
mantığıyla konunun duygusal tarafını birleştirmesi sayesinde artmıştır.
Bu ikisinin yazının her aşamasında sıkı sıkıya kaynaştığını görüyoruz.
O, mantığı hayatımızda en az onun kadar önemli yeri olan tutkuyla
doldurur. Fakat bu çılgın bir tutku değil, samimiyet ve gerçeklikten
kaynaklanan bir tutkudur.

Daha basit anlatmak istersek, onun mantığında bir duygu sıcaklığı,
duygusunda ise mantık gücü vardır. Sakin muhakemeleri, ateşli
yakarışlar, alaycı tezatlar ve büyüleyici bir hitapla birleşerek içimizin
derinliklerine işler. Bütün bunlar gerçeği yüzümüze vurur ve karşılık
vermemiz için bizi kışkırtır.
Sesi de her zaman kendine has ve samimidir. Yüksek minarelerden
ahlaki vaazlar veren bir yabancı gibi konuşmaz. O, bizden birisidir.
Izdıraplarımızı ve zorlu kararlarımızı bizimle paylaşır. Bu yüzden en
derinlerdeki duygu ve düşüncelerini de ortaya sermeye hazırlıklıdır.
Söylevini ruhsuz olmaktan alıkoyan ve hitap gücünün devamlılığını
gösteren de bu kişilik özelliğidir.
Bakın bizi derinden etkileyen, sağduyuya dayanan muhakemelerle
Kur’an’a karşı olan tutumumuzdaki saçma ve alaycı zıtlıkları nasıl
ortaya döküyor. Gerçekliğin duyguyla kaynaşması bizi kendi
durumumuz hakkında düşünüp taşınmaya zorlarken aynı zamanda bu
konuda birşeyler yapmaya teşvik ediyor:
Söyleyin bana bir doktor reçetesini yakasına iğneleyen ya da onu bir bardak suda
ıslattıktan sonra o suyu içen birine ne dersiniz? Ona gülüp bir aptal olduğunu düşünmez
misiniz? Ancak dotorların en büyüğü tarafından yazılan en eşsiz reçete gözlerinizin
önünde durduğu halde kimse görmüyor.
Söyleyin bana bir tıp kitabını alıp iyileşeceğine inanarak onu okumaya başlayan hasta
bir insan hakkında ne düşünürsünüz? Ona şaşkın demez misiniz? İşte biz en yüce
İyileştirici’nin bütün hastalıklara şifa olarak gönderdiği Kitab’ı da aynı şekilde
kullanıyoruz.
Ya da biz Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumu
gösterdikten sonra mizah duygumuza ve adalet duygumuza hitap ederek
bizi İslâm’ın ne halde olduğunu düşünmeye nasıl sevkettiğine bakalım.
Bu mu Allah’ın rahmeti! Eğer değilse niçin Müslümanlara gönderilmiştir. Hem
Müslümansınız hem düşkün. Hem Müslümansınız hem köle. Bu durum bir nesnenin
hem siyah hem de beyaz olması gibidir...
Eğer Allah’ın adaletsiz olmadığını ve O’na itaat etmenin utançla sonuçlanamayacağını
söylüyorsanız, İslâm’dan beklediklerinizde bir hata olduğunu itiraf etmek zorundasınız.
Nüfus cüzdanınızda Müslüman yazsa bile Allah değerlendirmelerini kâğıt
parçalarındaki yazılara göre yapmaz.
Beşinci olarak bizi gerçekten şaşırtan ve rahatsız eden, bizi yaratanın
yolunu seçmeye ve O’nun çağrısına karşılık vermeye zorlayan şey
Mevdudi’nin bütün konuşmasına işlemiş olan yüzleştirme tekniğidir. Bu
yüzleştirmelerin amacı hikâye anlatmak ya da öğüt vermek değil, ikna
etmektir. Basit gerçeklerden yola çıkarak konusunu inandırıcılıkla
genişleterek bize meydan okur ve bu gerçeklerle bizi yüzleştirir.
Basit gerçekler onun elinde bize kendi kendimizi gösteren, bunun
yanında toplumun güçlü bir eleştirisini sunan birer araç haline gelirler.
Amacı bize vaaz vermek değil bizi değiştirmektir. Kendimiz için
düşünmemizi ve kendi kararlarımızı vermemizi ister. Bizi şaşırtan,
bugüne kadar hiç düşünmeden inanageldiğimiz üstü kapalı kavramları
çırılçıplak önümüze sermesi, bizi harekete geçirense bize kendi iç
çatışmalarımızı ve en çok değer verdiğimizi iddia ettiğimiz şeylere karşı
olan ikiyüzlülüklerimizi, birbirine uymayan, anlaşılmaz tutumlarımızı
açıklamasıdır.
Yukarıdaki örnekler bize Mevdudi’nin söylediği herşeyin
karşılaştırmalarla güçlendirildiğini gösteriyor. Fakat hayatlarımızı
kâfirlerinkiyle karşılaştırmamızı isterken hiçbir yerde olmadığı kadar
sert ve güçlü olarak karşımıza çıkıyor:
Kâfirler Kur’an okumaz ve içinde ne yazdığını bilmezler. Eğer sözde Müslümanlar da
aynı derecede cahillerse niçin onlara Müslüman deniyor? Kâfirler Hz.Mumammed’in
(s) öğrettiklerini ve Allah’a ulaşmak için gösterdiği doğru yolu bilmezler. Eğer
Müslümanlar da aynı derecede cahilseler nasıl Müslüman olabilirler? Kâfirler Allah’ın
emirleri yerine kendi isteklerinin peşinden giderler. Eğer Müslümanlar da onlar gibi söz
anlamaz ve disiplinsiz iseler, kendi fikirlerini üstün görüp Allah’a karşı kayıtsız kalıyor
ve nefislerinin esiri oluyorlarsa kendilerine Müslüman demeye ne hakları var?
Kâfirlerle aramızdaki farkın neredeyse isimlerimizde kaldı-ğına ikna oluyorum.
‘Neredeyse’ diyorum, çünkü Kur’an’ı değerlendirişimiz kâfirlerinkiyle aynı olsa bile
biz Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu biliyoruz...Ama onun hayatımızdaki yeri
kâfirlerinkinden farklı değil. Ve bu hepimizin cezayı daha çok haketmesine yol açıyor.
Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince
bir kâfir kadar isteksiziz.
Bu çelişkili davranışın pek çok sebebi vardır. Bunlardan birini
Mevdudi kendi üslubuyla şöyle açıklıyor:
Ekinler yandığı zaman meydana gelebilecek zararı bilirsiniz; geçiminizi sağlarken
doğacak bir kaybın sebep olacağı sıkıntıyı bilirsiniz; mal kaybından kaynaklanan zararı
da bilirsiniz. Fakat İslâm’a karşı kayıtsızlığın getirdiği kaybı bilmiyorsunuz.
Son olarak Mevdudi’nin üslup özelliğini belirgin bir şekilde gösteren
çok güzel bir alıntıya bakalım. Namaz insan hayatını değiştirme gücünü
kaybetti mi sorusunu cevaplarken duvardaki ve dinleyenlerin
kollarındaki saatleri işaret ederek açıklamaya başlıyor. Basit ama güçlü
yorumuna, dilinin güzellik ve inceliğine dikkat edin:
Duvardaki saate bakın: biribirine bağlanmış pek çok küçük parçası vardır...
Eğer kurmazsanız zamanı göstermez. Eğer gerektiği şekilde kurmazsanız ya durur ya da
zamanı yanlış gösterir. Bazı parçalarını çıkarmanız veya onları bir dikiş makinesinin
parçalarıyla değiştirmeniz hiç bir işe yaramaz; bu defa ne zamanı gösterir ne de dikiş
diker. Eğer saatin bütün parçalarını içine atar fakat bağlantılarını sağlamazsanız
kurduğunuz halde hiçbir parçası çalışmaz...
İslâm’ın da bu saat gibi olduğunu farzedin...Ahlaki değerler ve inançlar; günlük
yaşamdaki kurallar; Allah’ın, kulların ve bu dünyada gözünüzle görebildiğiniz herşeyin
hakları, para kazanmanın ve harcamanın kuralları; savaş ve barış kanunları; devlet
düzeni ilkeleri ve devlete itaatin sınırları - bütün bunlar İslâm’ın parçalarıdır...
(Fakat şimdi)... siz saatin pek çok parçasını çıkararak yerine aklınıza gelen herşeyi
yerleştirdiniz - bir dikiş makinasından, belki de bir fabrikadan ya da bir araba
motorundan aldığınız yedek parçalara varıncaya kadar. Sadık bir şekilde küfüre hizmet
ettiğiniz halde, faiz aldığınız halde, kendinizi Müslüman sayıyorsunuz... İslâm saatinin
içine atmadığınız, İslâm’a uygun olmayan tek bir vida bile kalmamış.
Buna rağmen kurduğunuz zaman saatin çalışmasını bekliyorsunuz!
Saat örneği İslâm’ın yalnızca “kutsal olma” özelliğini açıklamaz.
İslâm’ın her parçasını yerli yerine oturtarak, gerçek anlamlarını
insanlara telkin ederek ve hepsini birbirine bağlayarak aynı zamanda
İslâm’ın yeniden dirilmesine olan katkılarını da temsil eder - ki hiç bir
edebi açıklama bu kadar anlaşılır olmamıştır.
Mevdudi ne söylüyor? Başta da söylediğimiz gibi o, İslâm’ın temel
özellikleri hakkında konuşuyor; inanç ve itaat, bilgi ve doğru yaşanan
bir hayat, yaşadığımız dünya ve gelecek dünya, namaz, oruç, zekât, hac,
ve cihad. Fakat bütün din yazarları ve hocalar da bunlar hakkında
konuşmuyorlar mı? O zaman onun konuşmalarının özelliği nedir? Böyle
bir soru sormak çok doğal. Şimdi cevabını vermeye çalışalım.
Saydıklarımızın anlam ve önemlerini farklı ve alışılmamış bir şekilde
açıklayıp yorumladığından şüphemiz yok. Fakat kitabı önemli kılan asıl
özellik onun hergün yaşadığımız sıradan şeyleri özgün yapılarını ve
anlamlarını yenileyerek ve hayatımızla ilgili kılarak, onlara köktenci bir
yaklaşım getirmesi.
Bunu nasıl yapıyor? İlk olarak İslâm’ın her parçasını yerli yerine
oturtuyor. İkincisi - ki bu onun İslâm’a eşi bulunmaz katkısıdır- İslâm’ın
bu parçaları arasında, bizim günlük yaşamımızda ve düşüncelerimizde
kopardığımız , hayati bağları kurmasıdır. İman ve İslâm, dünya ve
ahiret, namaz ve oruç, hep bir aradadırlar ama her biri kendi yerinde,
kendi bölgesindedir. Sonunda onları neredeyse ayrı birer varlık olarak
görmeye alışırız. Her ne kadar hepsi yerli yerinde ve bozulmadan dursa
da, onları kendi amacından saptıracak hiçbir yabancı cisim aralarına
karışmasa da İslâm saatini meydana getiremezler çünkü aralarındaki
bağlantı kopuktur. Mevdudi onları bir araya getirir ve aralarında nasıl
bir bağlantı kuracağımızı bize açıklar. En anlamsız ve önemsiz görünen
şeyler birden önem kazanır ve hayatımızın vezgeçilmez parçaları
olurlar. Böylece sıradan ve bildik konularına ve özenilmiş, seçkin bir
görünüşten yoksun olmalarına rağmen çok büyük bir etki yaratırlar.
Mevdudi’nin konularının zenginliği, gücü ve seviyesi çok derin ve
sonsuzdur. Fakat onun yeniden meydana getirdiği hayati bağlantılardan
yedisini kolayca belirleyebiliriz.
İlk önce, hayatla imanın bağlantısını kurar. Tek tanrıya tamamen
teslim olmayı gerektiren iman hayatın merkezi olur. Bu uzun süredir
hayatla bağını kopardığımız imandır.
İkinci olarak, yaptığımız işlerin imanla ve dolayısıyla hayatla
ilişkisini kurar. Onun anlayışına göre, uygulama olmadan gerçek iman
olamaz.
Üçüncü olarak, iman tohumundan yeşeren ve çiçeklenen, dalları
uygulamalarla oluşturulmuş ibadet şekilleri arasında bağlar kurar. Bu
ibadet şekilleri iman tohumundan yetişen dallardır ve doğru yaşanan bir
hayatın meyvelerini verirler.
Dördüncüde, ruh yapısının dış görünüşle olan ilişkisine değinir. Arzu
edilen meyveleri vermeyen bir şekil ruhtan yok sundur. Eğer yürek
boşsa dindar bir görünüşün Allah’ın gözünde hiç bir değeri yoktur.
Beşincide, Allah’ın bizden yapmamızı istediği herşeyin en yücesi ve
erdemlerin en büyüğü olarak açıkladığı mücadele ve hayat, dolayısıyla
iman ve hayat arasında bir bağlantı kurar. Gerçek Müslümanlar mücahit
olmalıdırlar.
Altıncı olarak, iman ve tarihi birbirine bağlar. İman yalnızca soyut ve
ruhsal bir güç değildir; o, tarihin destek noktası, kaderin belirleyicisidir.
O zaman tarih, iman için ve bunun yanında hayat için vazgeçilmezdir.
Elimiz kolumuz bağlı oturamayız; çalışıp çabalamalı, tarihi değiştirmek
için gayret göstermeliyiz.
Yedinci olarak, bu dünyayı ve ahireti kesintisiz bir süreç gibi
biribirine bağlar. Bu dünyada Allah’ın isteklerini yarine getirmeye
çalışmazsak öbür dünyada meyvelerini toplayamayız.
Mevdudi’nin üslubu hakkında şimdiye kadar yazdıklarımız onun bu
konudaki başarısını kısmen de olsa gösteriyor. Gelin şimdi biraz da
söylediklerinin içeriği hakkında düşünelim.
İman. İman sorusu Mevdudi’nin bütün konuşmasının özünü oluşturur.
Kitabın bütünü iman hakkındadır ve herşey onun çevresinde şekillenir.
Yani kitabın bütün konusu tek bir Kur’an ayetiyle özetlenebilir: “Ey
iman edenler, iman edin.” (Nisa, 4/136)
imanın anlamı iyi bilinir. Yanlış olan onun, inananların yaşadığı
hayatın dışında kalmasıdır. Bu durumun pek çok sebebi var. İman
doğuştan gelen bir hak olarak kabul edilir olmuştur; sadece kelime-i
tevhidin sınırları içinde kalmıştır.
Mevdudi bütün bunları şiddetle reddediyor:
Müslüman olmak “size aileniz tarafından bırakılmış ve ömür boyu sizde kalacak olan
birşey değildir. Müslüman bir çevrede doğmak, Müslüman isimleri almak, Müslüman
gibi giyinip kendinizi, Müslüman olarak adlandırmak sizi Müslüman kılmaya yetmez.
Hiç kimse sadace isminden dolayı kâfir ya da Müslüman olamaz. Fark sarık sarmakla
ya da kravat takmakla ilgili değildir.
Kişi sadece altı yedi kelime söylemekle ne kâfir Müslüman olur... Ne de bu birkaç söz
insanı cehennem yerine cennete gönderir.
Kelime-i tevhidi söylemeniz için hiçbir zorlama yoktur. Mevdudi’ye
göre:
‘Bu hayat benim, bu vücut benim’ demek için hiç bir dayanağınız yoktur. Bu
saçmadır...Ellerimizi ve ayaklarımızı onun istemediği şeyler için kullanmaya ve onun
hoşlanmadığı şeylere bakmaya hakkımız yoktur... ‘Benim düşüncem budur, yaygın
gelenek budur, aile geleneğimiz budur, şu bilgin ya da din adamı şunu söylüyor’
demeye de hakkınız yoktur.
Hiçbir putperestlik gerçek imanla birlikte yaşayamayacağı için
Mevdudi büyük bir put düşmanıdır. Fakat onun asıl amacı taştan ya da
tahtadan yapılan nesneleri kırmak değil, insan nefsinin, toplumun,
kültürün, kalplerde ve hayatlarda tanrılaştırılmış insanların putlarını
kırmaktır.

İslâm nedir?:
Kendinizi tamamen Allah’a vermektir. Kesin bir bağımsızlığa ulaşmak ve Allah’ın
yolunu izlemek için bütün iddialardan vazgeçmektir... Hayatınızı Allah’ın gösterdiği
biçimde yaşamak demek O’nun kitabıyla ve Peygamberleriyle gösterdiği yolu kayıtsız
şartsız kabul etmektir. Buna karşın Sünnet’i ve Kur’an’ı izlemek yerine kendi istek ve
düşüncelerine boyun eğenler, büyüklerinin yolundan gidip toplumdaki olayları olduğu
gibi kabul eden ve davranışlarını Kur’an’a ve Sünnet’e göre düzeltmek zahmetine
girmeyenler ya da ‘benim aklıma yatmıyor, büyüklerimin gittiği yola aykırı, dünya
bunun aksi yönünde ilerliyor’ diyerek Sünnet’in ve Kur’an’ın bilgilerini reddedenler
kesinlikle Müslüman değildirler. Böyle insanlar kendilerine Müslüman diyorlarsa
yalancıdırlar.
Allah dışında itaat ettiğiniz herşey birer tanrıdır: nefis; toplum; aile
ya da millet; insanlar; özellikle yöneticiler, zenginler ve yanlış fikirleri
olanlar. Mevdudi bu gibi insanlara var gücüyle yükleniyor:
Bu üç yanlışın esiri olmak şirktir. Tuğladan ve harçtan yapılmış olan tapınakları yıkmış,
içindeki taş putları kırmış olabilirsiniz ama kalbinizdeki tapınaklarla çok az
ilgileniyorsunuz. Müslüman olmak için önkoşul asıl bu putları yıkmaktır.
Çünkü bunları yüreğinizde taşıdıkça Allah’ın kulları olamazsınız. Sadece günde birkaç
kere namaz kılarak gösteriş için oruç tutarak, Müslümanlar gibi giyinerek yalnızca
çevrenizdekileri ve kendinizi kandırırsınız ama Allah’ı asla.
Mevdudi, imanın ve putperestliğin özelliklerini ve imanın insan için
bir bütün olduğunu açıkladıktan sonra şunları söylüyor:
Bazı konularda Allah’ın emirlerini yerine getirirken bazılarında da kendi isteklerinize,
topluma, insan yapısı kurallara uyuyorsanız itaatsizliğiniz ölçüsünde küfre düşersiniz.
Yarım, çeyrek, daha az ya da daha çok kâfir olabilirsiniz. Bir yandan Müslüman
olduğunuzu iddia etmek ve öbür yandan da kalbinizde ufak da olsa bir yeri Allah
inancından uzak tutmak da tam manasıyla ikiyüzlülüktür.
Mevdudi’nin böyle bir sınıflama yapması, sizde onun Müslümanları
tekfir ettiği düşüncesini uyandırabilir. Ama durum böyle değildir. Bir
yanlış anlama olmasın diye şu sözleri de ekler:
Müslümanlara kâfir damgası yapıştırmaya çalıştığımı asla düşünmeyin. Amacım
kesinlikle bu değil.
Onun amacı yalnızca herbirimize başkalarını değil kendi kendimizi
yargılayacağımız ölçüler vermektir:
Bu ölçüyü başkalarını sınamak, yargılamak için kullanıp onların müslüman, kâfir ya da
iki yüzlü olup olmadıkları hakkında karar vermeyin; sadece kendinizi yargılayın ve eğer
bir eksiklik görüyorsanız bunu Allah’la yüzyüze gelmeden önce gidermek için çalışın.
İmanın iki basamağı vardır. Mevdudi bu ikisi arasında çok kesin ve
önemli bir ayırım yapar: dıştan görünen inanç -ki buna “hukuki İslâm”
der- ve bağlılık ve gerçekleştirme seviyesindeki inanç -buna da Allah’ın
arzuladığı ve bize de bu dünyada ve ahirette hediye olarak sunduğu
“gerçek İslâm” der. Sizin de açıkça göreceğiniz gibi onun bu kitaptaki
amacı “gerçek İslâm”ın yaşadığımız dünyada ve Allah’ın gözünde ne
demek olduğunu açıklamaktır.
Fakat aynı zamanda “hukuki İslâm”ın da ne kadar önemli olduğuna
çok sıklıkla değinir. Çünkü belirlenmiş kurallar Ümmet üyeliğinin
temelini oluştururlar. Mevdudi, din ve şeriat arasındaki farkın önemine
değinirken topluca dinden çıkma sonucuna götüren mezhepçiliğin de
köklerine iner. Gerçek İslâm üzerinde bu kadar çok durup “Siz
Müslüman değilsiniz, bu tam bir ikiyüzlülüktür” demesine rağmen
Mevdudi’nin hayatı boyunca hiç kimseye fetva vermediğini de
unutmamalıyız.
Ve günümüzde pek sık rastlayamayacağımız bir müsamaha sunar
bize:
“Bir kulun, en iyi kulun kendisi olduğunu söylemeye ne hakkı vardır?” Anlayışının
doğru olduğunu fakat bunun ona hiç kimseyi İslâm’dan çıkarma yetkisini
veremeyeceğini söyleyebilirsiniz.
Böyle bir cüret gösteren kişi (ki gösterenler olmuştur) kendinde
Allah’ın yetkilerini görür ve şu şekilde konuşabilir: ‘Nasıl Allah’ın
emirlerini yerine getirmek zorundaysanız benim anlayış şeklimi de
kabul etmek zorundasınız. Eğer yapmazsanız sizi kendi gücümle
Allah’a hizmetten men ederim’... Allah’ın hükümlerini önemsemeyerek
yorum yapmakta ve yargılamakta ısrar eden, bir insanı tekfir etme
gücüne sahip olduğunu sanan bir kişi aslında Allah’ın yanında
kendisinin de küçük bir tanrı olduğunu söylemektedir.
Hareketler: Gerçek iman, insanın hayatına ve kalbine yerleştikten
sonra hayırlı işlerle yeşeren muazzam bir ağaç gibi gelişmelidir. Ne
yazık ki İslâm’ın dirliği ve gerçek değeri için çok önemli olan bir şey -
iman ve amel arasındaki ilişki- hukukçular ve felsefeciler için çok
önemsiz bir konu oldu. Müslümanlar, bir kimsenin ahiretteki yerini
belirleme ya da bir kimseyi afaroz etme yetkisinin Allah’a ait olması
konusunda ve bunların sonuçları hakkında düşünmeye ihtiyaç
duymuyorlar. Fakat gücünü sadece yerine getirilen görevlerden alan
imanın herkesin kalbinde yer etmesi gerekir.
Mevdudi’nin asıl işi imanın gerçek hayatta sağlam bir yerinin
olmasını sağlamaktır.
Bunu gayet açık bir şekilde görebiliriz. Kelime-i tevhid için şunları
söyler:
Kelime-i tevhid kalbinizde kök salmalı, zıt görüşleri etkisiz kılmalı, karşı davranışları
engellemelidir.
İbadet: Başlıcaları namaz ve zekât gibi zorunlu ibadetlerdir. Temel
görevleri ihmal edersek imanın kalplerimizde kök salması imkânsızdır.
Mevdudi bu konuda Kur’an ve Sünnet’ten örnek veriyor:
Sadece namaz kılıp zekât verenler gerçek inananlar olarak kabul edilebilirler. Bu iki
temel ibadeti göz ardı edenlerin inançları tam değildir.
Öte yandan ibadetler gerektiği gibi yerine getirilirse bunun sonucu,
Allah’ın emirleri ışığında ve imanla yaşanan bir hayat olmalıdır.
Mevdudi’nin bu önemli konuda ne kadar güçlü fikirler ileri sürdüğünü
anlamak için “İbadetin Gerçek Anlamı” adlı bölümü okumak yeterlidir.
Ruh: Eğer ibadetler bütün hayatınızı bir ibadet şekline
dönüştürmüyorsa, bunun tek nedeni gerçek anlam ve amaçlarını, gerçek
ruhlarını yitirmiş olmalarıdır. “Ruhlar ayrıldıktan sonra bedenlere
kahramanlık sorulur mu?” diyor Mevdudi. Namazın amacı bizi Allah’ın
hoşlanmadığı işlerden uzak tutmasıdır. “Eğer tutmuyorsa sebep sizde
gizlidir, Namaz’da değil. Kömürün siyah olması su ve sabunun suçu
değildir!”
Mevdudi boş kalplerdeki dindarlığa ve bölünmüş sadakate her zaman
şiddetle karşı çıkar ve şöyle sorar: “Bir hizmetkâr efendisi tarafından
kendisinden istenen görevleri yerine getirmek yerine onun karşısında
ellerini kavuşturup sürekli ismini tekrar ediyorsa onun için ne dersiniz?”
Mesela “Efendisi ona hırsızın elini kesmesini emrediyor, fakat
hizmetkâr verilen emri yerine getirmeye çalışmak yerine hâlâ olduğu
yerde durup ‘hırsızın elini kes, hırsızın elini kes’ diyerek neredeyse
şarkılar söylüyor... Peki sabahtan akşama kadar Kur’an’daki ilahi
emirleri okuyan, fakat onları uygulamak için kendini yormayan, tesbih
çekerek sürekli Allah’ın adını anan, hiç durmadan namaz kılıp güzel
sesiyle Kur’an okuyan biri hakkında ne düşünürsünüz. Böyle birini
gördüğünüzde “Ne kadar imanlı ve dindar bir insan” dersiniz ve
yanılırsınız; çünkü ibadetin gerçek anlamını kavrayamamışsınız.
Bunun gibi “gece ve gündüz Allah’ın emirlerine karşı gelen, onları
ihmal eden ve inançsızlara uyan bu insanların namazlarının, oruçlarının,
tesbih çekmelerinin, Kur’an okumalarının, haclarının ve zekâtlarının
gerçek ibadetler olduğunu nasıl düşünebilirsiniz.”
Cihad: Kur’an’da, cihad ve iman ve dolayısıyla Müslüman hayatı
arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur. Cihad, Müslüman ümmetin
varlıklarını dünyada göstermelerini amaçlar. Fakat uzun zamandan beri,
bu hayati görevi üstlenmek için harekete geçmemiz gerektiğine
inanmıyoruz çünkü imanımızda herhangi bir değişiklik meydana
gelmiyor.
Mevdudi bu feci yaraya anlamlı bir şekilde parmak basıyor.
Bütün diğer ibadetleri ruhtan yoksun kılan şey cihada karşı kayıtsız
kalınmasıdır. “Fakat şimdi size söylüyorum, cihadı üstlenme niyetinden
yoksun bir kalp için ibadetlerin hiç bir anlamı yoktur. Ve hiçbir ibadet
sizi Allah’a cihaddan daha fazla yakınlaştıramaz.” Çünkü “İslâm’ın
gerçekliğine inanıyorsanız, onun dünyada hâkim güç olması için
elinizden gelen çabayı harcamaktan başka seçeneğiniz yoktur: ya bu
düzeni kurarsınız, ya da onun yolunda ölürsünüz.”
Niçin? Cevabı açık ve ikna edicidir. Birinci olarak, Allah’a ve
Peygamberi’ne inandığımız ve İslâm’ı dinimiz olarak kabul ettiğimiz
için tamamen Allah’ın kurallarına göre yaşamalıyız. Böylece
Müslümanlar “Allah’ın kanunlarını yerleştirmeye, kendilerini hâkim
sayarak Allah’ın emirlerine karşı gelenlerin güçlerini eritmeye ve
kendilerini diğer insanlara köle olmaktan sakınmaya çalışmalıdırlar.
Öte yandan ikinci olarak, hayatınızda iki tane dinin etkisi vardır: biri
kafamızın içindeki ya da özel hayatımızın dışına taşmayan; diğeri de
toplumsal hayatımızdaki din. “Yönetme gücü olmayan bir din akıldaki
bir bina gibidir. Fakat önemli olan, yaşadığımız hayatta gerçekten
varolan binalardır.”
İki dine birden aynı anda sahip olamayız. “Aslında siz itaat ettiğiniz
varlığın dininin takipçilerisiniz. İtaat etmediğiniz bir varlığın dininden
olduğunuzu söylemek ikiyüzlülük değil midir?... Bütün yaptıklarınız bu
şeriata aykırı olduğu halde ve aslında başka bir şeriatı takip ettiğiniz
halde bu şeriata inandığınızı iddia etmek anlamsız değil midir?
Üçüncü olarak, bu durum kabul edilemez. Çünkü “Başka hiç bir din
böyle bir ortaklığı kabul etmezken Allah’ın dini başka bir dinle aynı
zamanda varolmayı nasıl kabul edebilir. Diğer bütün dinler gibi Allah’ın
dini de tek ve gerçek hâkim gücün kendisi olmasını ister.”
Dördüncüsü, bozulan yasaların kökü, insanın insana hâkimiyetinde
olduğundan “bozulmuş kurallara karşı harekete geçmeli ve onlarla
savaşmalısınız; güç toplamalı ve bu gücü Allah adına kullanmalısınız.
Bütün bunları yalnız başınıza dua ederek değiştireceğinizi sanmak
faydasızdır.
Tarih: Tarihi sadece maddi güçlerin karşılıklı etkileşimi olarak
düşündüğümüzden iman hayatın dışında kalmıştır. Mevdudi imanı
kalbin ve hayatın merkezine yerleştirdiği gibi tarihin de merkezine
koyar. O, kader kefesinin takılı olduğu terazinin destek noktasıdır:
Hem Müslümansınız, hem düşkün. Hem Müslümansınız, hem köle. Bu durum bir
nesnenin hem siyah hem de beyaz olması gibidir.
Allah’ın kelamını anlayan bir toplumun utanç ve yenilgi içinde olmasına, alçalmasına
ve itilip kakılmasına, boynunda bir halkayla hayvan gibi yönetilmesine imkân yoktur.
O zaman durum niçin böyle? Mevdudi’ye göre “Eğer Allah’ın
adaletsiz olmadığını ve O’na itaat etmenin utançla sonuçlanamayacağını
söylüyorsanız, İslâm’ı algılayışınızda bir hata olduğunu itiraf etmek
zorundasınız.” Bu durumda Müslümanlar’ın Kur’an’ı ele alışları çok
zalimce. “Eğer bir toplum Allah’ın kitabına sahipse ve hâlâ utanç ve
yenilgi içinde yaşıyorsa mutlaka Allah’ın sözlerine karşı haksızlık ettiği
için cezalandırılıyordur. Kendinizi Allah’ın öfkesinden kurtarmanın tek
yolu bu büyük günahtan dönüp O’nun kitabına hak ettiği değeri
vermeye çalışmaktır.”
Kitaptan yer yer aldığımız parçalar Mevdudi’nin söylevindeki temel
noktaları gösteriyor. Bu alıntılardan onun ne kadar seçkin ve kendine
has fikirleri olduğunu da anlıyoruz. Bu temel noktalar Mevdudi’nin
Gelin Müslüman Olalım çağrısının özünü oluşturan önemli ve radikal
noktalardır. Anlamını yitirmiş ya da gerçek anlamından uzaklaşmış olan
her şey yeniden açıklanmıştır. Fakat en dikkat çekici olan Mevdudi’nin
bunlar arasında yeniden bağlantılar kurmasıdır. Diğerlerinden daha
değişik bir şey söylememesine rağmen onun etkisinin çok büyük
olmasının nedeni budur. Çünkü bu bağlantılar kurulduğu zaman iman,
toplumu ve dünyayı değiştirme gücünü yeniden kazanır.
Mevdudi’nin söylediklerini okuyan hiç kimse onun açıkladıklarını ve
yorumladıklarını anlamakta güçlük çekmeyecektir. Onunla aynı fikirde
olmayan ya da teşvik edici bulmayan biri bile Mevdudi’nin Kur’an ve
Peygamber’le, aynı dili konuşup aynı mesajı verdiğini inkâr edemez.
Fakat bazıları söylediklerine itiraz ettiler. O, bu kişilere kitabının
önsözünde (burada da yer verdiğimiz gibi) cevap verdi. Biz yine de
onun söylevini Kur’an ve hadislerle karşılaştırmakta fayda görüyoruz.
Çünkü bu söylev Kur’an ve hadislerin anlayışını yansıtmaktadır.
Şimdi ilk önce Kur’an’a bakalım.
Hayatı şekillendiren, kalplere yerleşen ve Allah’ın kabul ettiği gerçek
iman daima görünürdeki imanla karıştırılır:
Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. Sen de de ki: Siz iman etmediniz fakat ‘teslim olduk’
deyin. Çünkü (gerçek) iman kalplerinize girmemiştir. (Hucurat, 49/15).
Aynı şekilde kişinin imanlı olduğunu söylemesi fakat hareketlerinin
bunu doğrulamaması konusuna da Kur’an’da şöyle yer verilmiştir:
Ey Peygamber! Kalpleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla ‘inandık’ deyip de küfür
içinde koşuşup duran (münafık)lar seni kederlendirmesin (Maide, 5/41).
Bu yüzden inananlar bile gerçek inanca sahip olmaları için
“inanmaya” davet edilirler.
Ey iman edenler, Allah’a, O’nun Resulü’ne ve o Peygamberi’ne indirdiği kitaba
(Kur’an’ı Kerim’e) ve daha evvel indirdiği (semavi) kitap(lar)a iman edin (Nisa, 4/136).
Allah’a ve Resulü’ne iman edin ve sizi üzerinde istihlaf buyurduğu (kazançla veya
miras yoluyla size verdiği) maldan (Allah yolunda) harcayın (Hadid, 57/7).
İkisinin de aynı cümlelerde anılması iman ve hareket araasındaki
ilişkiyi gösterir: el-lezine amenü ve amilü’s-salihat (inanıp yararlı iş
işleyenler); in küntüm müminin (eğer inananlardansanız) sözleriyle
başlayarak gerçek imanın ne olduğunu ya da gerektirdiklerini açıklayan
ayetlere bakmanız da bunu görmenizi sağlar.
Hem gerçek inanç ve ibadet arasındaki bağ, hemde kendisi bir ibadet
şekline dönüşerek toplumdaki birlik ve adaleti sağlayan yaşam biçimi
hakkında Kur’an’da pek çok şey bulabiliriz:
(Ya Muhammed,) dini (Kıyamet Günü’nü) yalanlayanı gördün mü. İşte o, yetimi şiddet
ve sitemle iten; yoksulu (kendisi doyurmak şöyle dursun) doyurmaya teşvik etmeyendir.
İşte (bunlarla birlikte) namaz kılan(münafık)ların vay haline ki onlar namazlarından
gaflet içindedirler (ve onu önemsemezler) (Maun, 107/1-5).
Yani iman hayatın tümünü kapsayan bir anlaşma, verilmiş bir sözdür.
Ey iman edenler, Allah’a ve emirlerine bağlanıp İslâm’da sebat edin (Bakara, 2/208).
Çünkü ‘Allah katındaki (tek geçerli ve hak) din İslâm’dır’ (Âli İmran, 3/19). Bu yüzden
‘Kim ki İslâm’dan başka bir din (ve nizam) ararsa (o din) ondan asla kabul olunmaz’
(Âli İmran, 3/85).
Mevdudi’ye göre cihad bugün imanla bütünleşmiştir. Kur’an cihadı,
imanımızın gerçekliğini yargılayabileceğimiz bir ölçü olarak sunmuştur.
Müminler ancak Allah’a ve Resulü’ne (ihlasla) iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen,
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar (iman
iddiasında sadık olanların ta kandileridir (Hucurat, 49/15).
Dünyada ektiklerinizi biçeceğiniz yer olan ahiret Kur’an’da o kadar
sık tekrarlanan ve hâkim olan bir konudur ki burada tekrar etmeye gerek
yoktur. Fakat Kur’an’a göre, kendisi inancın ve yapılan işlerin, iman ve
takva (günahtan sakınma)nın, sabır ve istiğfarın ürünü olan tarih (bir
bakıma dünya) çok iyi anlaşılmış değil.
Eğer o memleketler halkı iman edip sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten (yağmur) ve
yerden nice (nebat ve) bereketler açardık (Araf, 7/96).
Ey kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra (başkasına ibadet etmekten yine) O’na
tevbe edin, ki üstünüze (ekinlerinizin üzerine) gökten bol bol (yağmur ve rahmet)
göndersin. Kuvvetinize daha da kuvvet katsın (Hud, 11/52).
Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinin katından kendilerine indirilen (bütün ilahi
kitaplara iman edip onlar)ı dosdoğru tutsalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayaklarının
altından (rızıklarını) yerlerdi (Maide, 5/66).
Hadislere bakacak olursak, aynı konuların, aynı şekilde
söylendiklerini görürüz. Sadece bir hadis kitabını açmamız ve la
yu’minu (o inanmıyor), laize hüve minne (o bizden değildir), la
imanellehü (o inançsızdır), laize hüve bi mümin (o mümin
değildir) sözlerinin geçtiği cümleleri okumamız yeterlidir. O
zaman Hz. Muhammed (s)’in, hayatımızdaki her değer ve
hareketin imanla olan ilişkisini sırayla nasıl açıkladığını görürüz.
Şimdi bunlardan bazılarına bakalım:
Beni babanızdan, çocuklarınızdan ve diğer bütün insanlardan daha çok sevmedikçe
inananlardan olamazsınız. (Buhari, Müslim).
Benim söylediklerim sizin arzularınızın önüne geçmedikçe inananlardan olamazsınız
(Şerhu’s-Sünne).
İnsanı inançsızlığa götüren şey namazın terkedilmesidir. (Müslim).
Aramızdaki sözleşme namazdır, onu terkeden kâfir olur. (Ahmet, Tirmizi).
Güvenilir olmayan kişinin inancı yoktur ve sözünde durmayan kişinin de dini yoktur.
(Beyhaki).
Zina yapan biri inançlı değildir, hırsızlık yapan biri inançlı değildir, başkasının malını
yağmalayan biri inançlı değildir ve başkasını dolandıran biri inançlı değildir. (Buhari,
Müslim).
Çocuklara ve yaşlılara merhamet etmeyen bizden değildir. (Tirmizi).
Kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyen bir kişi gerçekten inanmış sayılmaz.
(Buhari, Müslim).
Yemin ederim ki o inançsızdır, yemin ederim ki o inançsızdır, yemin ederim ki o
inançsızdır. (Onun kim olduğu sorulduğunda,) O komşusunun kendisinden zarar
gördüğü kişidir. (Buhari, Müslim).
Komşusu açken tok yatan inançlı değildir. (Buhari).
Müslüman görünen bir kişinin ikiyüzlülüğünü şu üç davranıştan anlayabilirsiniz: yalan
söylemek, sözünde durmamak ve emanete ihanet etmek. (Müslim).
Haramla beslenen tenler cennete giremezler, cehennem onlar için daha uygundur.
(Ahmet).
Silah kullanmayı bilip de bırakan kimse bizden değildir (Çünkü o, cihad için çok
önemli olan bir hünerden vazgeçmiştir). (Müslim).
Bu kitap ilk yayınlandığı tarih olan 1940’tan beri, onu okuyarak
değişen pek çok insanın ruhsal, zihinsel ve kültürel alandaki
ihtiyaçlarına büyük ölçüde ve gerçekten etkili bir biçimde cevap
vermiştir. O zamandan beri pek çok insanda inanç ve bağlılık duyguları
uyandırmaya devam ediyor. Verdiği ahlaki derslerin kabul edilip
benimsenmesi, bunun sonucunda Müslüman düşüncesinin ve
toplumunun gelişmesi ve İslâmî uyanışın yeniden gelişmesiyle çok
sayıda insan tarafından tanınır olmuştur. O yılları gözümüzde
canlandırabilmemiz için geriye doğru bakmamız gerekir.
Otuzlu yılların başlarında, Mevdudi bu sözleri söylediği zaman
Hindistan’da Müslümanlar için gergin bir ortam vardı. Kültürel ve
siyasi bir karmaşa ve belirsizlik içindeydiler. Hilafet hareketi yıkılmıştı;
Millet meclisinin kısa süreli yönetimi demokratik Hindistan’da Hindu
azınlığın yönetimi altında olmanın nasıl bir felaket olduğunu
göstermişti. Hiç bir liderleri, teşkilatları ve amaçları yoktu.
Mevdudi’nin o zamanlar söyledikleri yirmili yılların ortalarından,
ölüm tarihi olan 1979’a kadar pek çok kere yazıp söylediği mesajının
özünü teşkil eder. Bu, onun ilk kitabı olan ve 1926-27’de basılan
İslâm’da Cihad’da vermek istediği mesajdır. Bu kitap İslâm’ın bir
kurumu, bir hareketi ve bir ideali olan cihad hakkında yazılmış büyük
ve eşsiz bir eserdir. Cihadın Müslüman ümmetin asıl amacı olduğuna
dair harekete geçirici ve ikna edici bir söylevdir aynı zamanda. Bu
kitabın konusu da İslâm’da Cihad’ın konusunu çağrıştırmaktadır.
Mevdudi, aylık gazete Tercüman’ul Kur’an’da da 1932’den beri aynı
mesajı veriyordu. Uzun süredir yazdıklarını gerçekleştirmek amacıyla
Güney Hindistan’daki Hayderabad’dan Kuzey Hindistan’daki Darü’l
İslâm’a göç etti. Bu göç hakkında şöyle söyler:
Şimdi asıl mücadele yerinin Kuzey Hindistan olacağı sonucuna vardım. Orada
Müslümanlar’ın kaderleri tayin edilecek ve bunun etkisi bütün Hindistan’da
hissedilecek.
Darü’l İslâm’a geldikten sonra Muhammed İkbal’in İslâm
düşüncesini yeniden hâkim kılma mücadelesinde birlikte çalışmaları
teklifini kabul etti. Fakat aslında o, mektuplarında da görüldüğü gibi asıl
görevlerini ve amaçlarını gerçekleştirmeleri yolunda Müslüman
ümmetin harekete geçirilmesi için büyük bir çaba ve acelecilik
içindeydi. Onu daha iyi anlamak için çağ açan yazılarını okumak
gerekir.
Darü’l İslâm’daki küçük camide kendisini dinleyen basit köylüler
politika, tarih ya da din hakkında fazla bilgili değillerdi. Bildikleri
şeyler iman, İslâm ve İslâm’ın beş şartıydı. Mevdudi, daha önce
yazdıklarını bu insanlara basit bir dille anlatmayı bir görev bildi.
Söylevleri, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, kendine has
tazeliğini korumaktadır; eskimemiştir. Çünkü Allah’ın mesajının amacı
ve önemi evrenseldir. Bu yüzden okuyanları hâlâ etkilemektedir. Onlara
olan ihtiyaç her zaman büyüktür.
Bu yüzden özenli bir dille başka dillere aktarılmaları da
kaçınılmazdı.1 Övgüye değer bir çabanın neticesi olan başka bir kitapsa
bu kitabın çevirisi sırasında çok büyük faydasını gördüğüm ve
mimmettarlığımı ifade etmek istediğim İslâm’ın Temelleri. Fakat Gelin
Müslüman Olalım yine de Urdu dilindeki çekiciliğini ve gerçek gücünü
yansıtmıyor. Belki hiçbir çeviri bunu başaramaz. Önümüzde katedilecek
uzun yollar var.
Çeviri zor bir sanattır. Eğer çeviri İslâm’a çok uygun bir dilden,
yerleşik düzen özellikleri İslâm’a uygun olmayan bir toplumun diline
çevriliyorsa iş daha da zorlaşır. Hele hele Mevdudi gibi bir söylev
ustasını çevirmek içinden çıkılması çok zor bir görevdir. Fakat kitabı
mutlaka yayınlamalıydık. Yayınlarken dikkat ettiğimiz noktalar,
anlaşılır olması, hiç bir yerinin atlanmaması, hiç bir ekleme
yapılmaması, gerekenden fazla açıklama yapılmamasıydı. Amacımız
okunabilirlik seviyesini yüksek tutmak, gücünü ön plana çıkarmak ve
vermek istediği mesajı aslında olduğu gibi güçlü ve etkili bir şekilde
vermek. Bu edebi bir çeviri değilse bile edebiyattan uzak düşünülemez.
Aslına sadık kalma sorumluluğu ve aynı zamanda gücünü ve güzelliğini
de yansıtabilme endişesiyle kitaba olabildiğince sadık kaldık.
Kitabı günümüz insanının yaşadığı hayata uygun bir şekilde
modernize etmekten kaçındık. Çünkü akıllı ve pek çok teknolojik
imkânlara sahip bir insanın içinde bile kendisinin farkında olmadığı
fıtrî, geniş ve derin bir dünya vardır. Bu yüzden bu kitaptaki gibi basit
bir mantık işlemesi gerektiren örnekler günümüz insanlarını da
etkileyecektir.
Şüphesiz bu, aklımızda tutmamız gereken bir noktadır. Mevdudi’nin
hitabettiği işçiler ve çiftçiler devlet, toplum ve hâkimiyet gibi karmaşık
ve ince konuları anlayacak seviyede değildiler ve dini konularda
mücadele edecek bilgileri de yoktu. Gelin Müslüman Olalım’ın içerdiği
konular basit değilse de dilinin sadeliğinden bahsederken
dinleyicilerinin durumu göz önünde bulundurulmalıdır.
Örneğin, bu dinleyiciler için tek yönetici “hükümet”tir. Hâkimiyet,
devlet ve hükümet, devlet ve toplum, bireycilik ve çoğulculuk, küçük ve
büyük hükümet gibi kavramlar arasındaki farklılıklar hakkında hiç bir
fikirleri yoktur. Bu yüzden Mevdudi’nin “hükümet” kelimesini
kullanırken önemli ve karmaşık mesajlar vermediğini görüyoruz. Aynı
şekilde bir çiftçinin ya da işçinin kullandığı sözcükleri hiç tereddüt
etmeden kullanır. Örneğin ezan için “ilahi ses”; ümmet için “Allah’ın
ordusu” sözlerini seçiyor. Böylece askeri yönetim, totaliterlik,
maneviyat gibi kavramların anlaşılması ve başka kaynaklara
başvurulması gibi güçlükler ortadan kalkıyor. Fakat pek çok okuyucu da
onun söylemek istediklerini yanlış anlamış, aslında söylemediklerini
ona atfetmişlerdir. Onu iyice anlamak için bütün yazdıklarını okumak
gerekir.
Gelin Müslüman Olalım, öncelikle Müslümanlara hitap ettiğinden
Arapça’daki İslâmî terimler, italik harflere ve vurgulara başvurulmadan
sık sık ve tereddüt edilmeksizin kullanılmıştır. Allah, iman, küfür,
kelime-i tevhid, mü’min, kâfir, din, şeriat, ibadet, namaz, zekât, oruç,
hac gibi bazı anahtar terimler bu noktada zikrolunabilir.
Kitaba verdiğimiz Gelin Müslüman Olalım adına gelince şunu
söyleyebiliriz. Eserin içeriğine en uygun başlığın böyle doğrudan
doğruya yapılmış bir çağrı olacağını düşündük. Bu başlık kitabın asıl
amacını yansıtıyor. Çünkü kitabın amacı Müslümanları İslâm’ı yeniden
hatırlatmakta ve Allah’ın kendilerinden istediği şekilde Müslüman
olmaya çağırmaktır.
Kitabın çevirisi sırasında harcadığım bütün emekler sonunda yine de
bunu bihakkın yapabildiğim konusunda mutmin olamadım. Fakat eğer
okuyuculara Mevdudi’nin hayatı ve sözlerinin gücü hakkında bir fikir
verebiliyorsa ve Allah’ın izniyle bazı hayatları az da olsa etkiliyorsa, o
zaman çabalarımın karşılığını fazslasıyla aldım demektir. Hatalarıma
rağmen umuyorum ki Allah yüce bağışlayıcılığıyla bu kitap aracılığıyla
pek çok kalbi uyandıracaktır. Ve bu vesileyle benden ve güçsüzlüklerimi
aşarak daha iyiye ulaşmamda bana yardımcı olan başta Mevdudi olmak
üzere herkesten, bu dünyada ve öbür dünyada, bağışlayıcılığını ve
merhametini esirgemeyecektir.
Leicester
29 Ramazan 1405 (18 Haziran 1985)
1 Hürrem Murad, burada ve sonraki satırlarda Mevdudi’nin eserlerinin İngilizceye çevirisi
hakkında birtakım bilgiler vermektedir. Bu bilgilerin spesifik olanları bu metne dahil
edilmemiştir. (Pınar Yayınları)
ÖNSÖZ
I.
Pencap’ın doğusunda, Pathankot yakınlarındaki Darü’l İslâm’a 1938
yılında ilk geldiğimde Cuma namazları kıldırmaya ve çevredeki
köylülere İslâm’ı açıklamaya başladım. Bu kitap o zaman hazırladığım
cemaat hitabeleri kapsamaktadır. Hitap ettiğim insanlar çiftçiler, ana
dilleri Urduca olmayan Pencaplılardı. Bu yüzden sıradan insanlar
tarafından anlaşılabilecek bir dil ve ifade seçmek zorundaydım. Böylece
İslâm’ı geniş kitlelere öğretmede inşallah faydalı olacak bu kitap ortaya
çıktı.
İslâm’ı Anlama Yolunda (İslâmic Foundation, Leicester, 1987) adlı
kitabımda İslâm’ın temel inanışlarını bazı ayrıntılarıyla açıklamıştım,
şeriata da kısaca değinmiştim. Bu kitapsa diğer iki konuyu oldukça
ayrıntılı bir şekilde açıklıyor: biri İslâm’ın ruhu ve anlamı, diğeri İbadet.
Umarım ki bu nutuklar ve İslâm’ı Anlama Yolunda adlı kitabım Allah’ın
yardımıyla, okuyanlara İslâm yolundaki yolculuklarında ışık tutacaktır.
Cuma hitabeti olarak okunduğunda her bölüm Hz. Muhammed’den
(s), bize intikal eden açılış sözleriyle başlamalıdır.
(Kasım 1940)
II.
Cuma vaazlarımın ilk basımı Kasım 1940’da yapıldı. 1958 Kasımına
kadar geçen 11 yıl içinde kitap 20.000 adet basıldı. Bu süre boyunca hiç
kimse içinde hatalı, zararlı birşey bulamadı. Fakat bazı alimler her
nedense hoşnutsuzluk göstererek bana ve Cemaati İslâmî’ye kızdılar ve
diğer yazılarımda olduğu gibi bu kitabımda da bazı ölümcül “hatalar”
bulmakta geçikmediler.
Bu müftülerin (ki yasal fetvalar verirler) verecekleri fetvada
kendilerine malzeme sağlayacak olan cümleleri bulup çıkarmak için
kitabı gerçekten kendilerinin mi okuduğu yoksa başkalarını mı
görevlendirdiklerini Allah bilir. Ne şekilde olursa olsun bütün kitap
içinde itiraz edebilecekleri sadece birkaç cümle bulabildiler. On
dokuzuncu bölümdeki gazaplarına uğrayan cümleler şunlar:
Zekât olmadan namaz, oruç ve iman güvenilirliklerini kaybederler.
Bu iki temel şartı (namaz ve zekât) önemsemeyenlerin inançları sağlam değildir.
Namaz ve zekâtla bütünleşmedikçe kelime-i tayyibe’nin söylenmesinin hiç bir önemi
olmadığı Kur’an’da açıkça belirtiliyor.
Yirmi beşinci bölümden buldukları cümleler de şunlar:
Hacca gitmeyi hiç düşünmeyen fakat dünyayı dolaşmayı hiç ihmal etmeyen kişilere
gelince; Avrupa yolculukları sırasında birkaç saatliğine Mekke’den geçseler bile bu
insanlar Müslüman değildirler. Eğer kendilerine Müslüman diyorlarsa yalan söylemiş
olurlar ve onları Müslüman sanan insanlar da Kur’an’ı bilmiyorlardır.
Bu cümleler görevlerini tam olarak yerine getirmeyen bazı
Müslümanları tekfir ettiğim iddialarına delil olarak kullanıldılar. Fakat
benim asıl anlatmak istediklerimi açıklayan ve aynı zamanda onların
savlarını da çürüten cümleler dikkatlerinden kaçtı. Sözde müftüler ya
onları görmediler ya da amaçlarına hizmet etmedikleri için görmemeyi
tercih ettiler.
Mesela şu cümleleri okuyalım.
Hz. Muhammed’in,(s), ölümünden sonra bazı kabileler zekât vermeyi reddetmişlerdi;
Allah’a ve Elçisi’ne iman ettikleri halde Ebu Bekir onları Müslüman saymamış ve savaş
açmıştı. Çünkü onlar kangren olmuş bir organ gibiydiler. İslâm bir bütündür ve zekât da
bu bütünün bin parçasıdır. Zekât olmadan namaz, oruç ve iman güvenilirliklerini
kaybederler.
Yani son cümleden önce Kur’an ayetlerine, iki hadise ve Hz. Ömer’in
bir hükmüne dayanarak cümleyi desteklemişim. Fakat onların seçici
gözleri o cümleleri atlamış. Bunlar kendilerini İslâm’ın büyük
öğretmenleri ve ruh temizleyen uzmanlar sanan kişiler tarafından
oynanan oyunlar.
Bu kitapta, ne çeşit bir imanı hedeflediğimi anlattığım bir bölüm var.
Burada açıkladığım “hukuki” İslâm hukukçuların ve felsefecilerin
ilgilendiği İslâm’dır. Bu açıklamam hiç kimsenin Müslüman olmak için
gerekli olan bazı kuralları çiğnemedikçe İslâm toplumundan
atılamayacağını ve İslâm tarafından ona verilmiş hakların elinden
alınamayacağını belirtiyor. İslâm’ın diğer çeşidi ise gerçek İslâm ve
imandır; bunun yargısı ahirette yapılacaktır.
Bu ikisini birbirinden ayırarak, Peygamberlerin amaçlarının asla
birinci kısımdaki gibi Müslüman toplulukları oluşturmak olmadığını
açıkladım. Çünkü peygamberlerin asıl amacı samimiyet, itaat ve
sadakatten oluşmuş gerçek imanı telkin etmekti. Bu yüzden
Müslümanlardan, sadece kâfir olarak damgalanmamalarını garantilemek
için belirlenmiş sınırları aşmamakla yetinmemelerini istedim. Allah’ın
gözünde sadık ve samimi inananlar olarak yer almaları için İslâmî
şurlarını geliştirmeliler. Eğer hukukçular bunları okusalardı, bu kitabın
asıl vermek istediği fikri anlarlardı ve her sözcük onlara aynı hikâyeyi
anlatırdı.
Fakat belki de onlar yazarın amacıyla hiç ilgilenmemişlerdir. Daha ilk
baştan, fetva verebilmek için kullanabilecekleri bölümleri araştırmaya
başlamışlardır. Belki de fetva onlar için gerçek bir araştırma gerektiren
dini bir ferman değil, düşmanlık duydukları kişilere istedikleri zaman
vurabilecekleri kırbaçlardır.
Çok basit bir konuda yazılmış bir kitabın bile bazı bölümlerini
yorumlamadan önce onun bütününü anlamak gerekir. Bu kitap bir
hukuk ya da din felsefesi kitabı değildir, yasal bir ferman da değildir.
Maksadı, kişiyi İslâm dışında ilan eden asgari sınırlar belirlemek de
değildir. Bu bir uyarı, tavsiye ve öğüt kitabıdır. Amacı insanları Allah’a
itaat etmeye teşvik etmek, onları itaatsizlikten uzak tutmak ve O’na
karşı samimi olmalarını sağlamaktır.
Eğer müftüler amacımı anlamış olsalardı, Müslüman-lar’ı namazın,
orucun ve zekâtın önemsiz ayrıntılar olduğuna ve onlar olmadan da
Müslüman kalabileceklerine ikna etmemi isterler miydi?
iman ve uygulama arasındaki ilişkiye ve bir Müslüman’ı dinden
çıkaracak durumlara daha önceki pek çok yazımda yer vermiştim.
Doğuşu Tefhimü’l Kur’an yerine Gelin Müslüman Olalım’ın tercih
edilerek içinden rastgele bazı cümlelerin seçilmesi, bu konulardaki
bütün düşüncelerimin sadece bu cümlelere maledilmesi ve bunlarla
sınırlandırılması hiç dürüstçe bir yaklaşım değil.
(16 Ağustos 1952 )

1. İMAN
ALLAH’IN EN BÜYÜK NİMETİ
Kardeşlerim!
Müslümanlar olarak hepimiz biliriz ki İslâm Allah’ın bize bu
dünyada sunduğu en büyük lütuftur. Bizi Hz. Muhammed(s)’in, ümmeti
saydığı ve bu eşsiz ihsanı bağışladığı için kalplerimiz O’na karşı şükran
doludur. Allah İslâm’ı kullarına verdiği en değerli hediye olarak açıklar:
Bugün dininizi mükemmel seviyeye getirdim, size bütün ihsanımı bağışladım ve takip
etmeniz için size İslâm’ı bıraktım.(Maide, 5/3).
Bu büyük lütfa karşı gerçekten müteşekkir olmak için Allah’a
borcunuzu ödemelisiniz. Eğer böyle yapmazsanız şüphesiz ki nankör bir
insansınız. Allah’a olan borcunuzu unutmanızdan daha büyük bir
nankörlük olabilir mi?
Borcumuzu nasıl ödeyeceğiz diye sorabilirsiniz. Allah sizi Hz.
Muhammed’in ümmeti yapacak kadar merhametli olduğundan
minnettarlığınızı göstermenin en iyi yolu -ki başka yol yokturPeygamber’in sonuna kadar sadık takipçileri olmak ve O sizi ümmetin
bir parçası saydığından, gerçek Müslümanlar arasında bulunmaktır.
Eğer gerçek Müslümanlar olamazsanız nankörlüğünüzün cezası bu lütuf
kadar büyük olacaktır. Allah hepimizi bu büyük cezadan korusun!
Amin.
Şimdi soracaksınız: Kelimenin gerçek anlamıyla nasıl Müslüman
oluruz? Bu soruyu konuşmamın devamında ayrıntısıyla
cevaplayacağım; ama bugün asıl önemli noktaya değineceğim. Onsuz
gerçek imanı keşfetme umudumuz yoktur. Anladığınız gibi bu gerçek
Müslüman olma yolunda atacağınız ilk adımdır.
Fakat önce biraz düşünün: Bu kadar sık kullandığımız “Müslüman”
kelimesi gerçekte neyi ifade ediyor? Bir insan doğuştan gelen bir
üstünlükle Müslüman olabilir mi? Bir Müslüman çocuğu ya da torunu
olmakla Müslüman olunabilir mi? Bir Hintli Brahman’ın çocuğunun
Brahman, bir İngiliz’in çocuğunun İngiliz, bir beyazın çocuğunun
beyaz, bir siyahinin çocuğunun siyahi doğması gibi bir Müslüman’ın
çocuğu da Müslüman mı doğar? “Müslümanlık” bir ırk, bir milliyet ya
da toplumsal bir sınıf mıdır? Aryanların Aryan ırkına ait olmaları gibi
Müslümanlar da Müslüman ümmetine mi aitler? ya da Japonya’da
doğan birinin Japon sayılması gibi Müslüman bir ülkede doğan biri
Müslüman mı sayılır?
Bu sorulara cevabınız mutlaka hayır olacaktır. Bir Müslüman sadece
Müslüman doğmakla gerçek Müslüman olmaz. Bir Müslüman herhangi
bir ırka ait olmakla Müslüman olmaz; İslâm’ı takip etmekle Müslüman
olur. Eğer İslâm’ı reddederse Müslümanlığı sona erer. Herhangi bir
insan Brahman ya da Rajput İngliz ya da Japon, beyaz ya da siyah olsun
İslâm’ı kabul ettiği takdirde Müslüman toplumun bir üyesi olacaktır.
Buna karşılık Müslüman bir ortamda doğan bir insan İslâmî yaşamı
bırakmışsa, Arap ya da Pathan hatta Peygamber soyundan olsa bile
Müslüman cemaatindan çıkarılabilir.
Soruma mutlaka bu şekilde cevap vereceksiniz. Bu da gösteriyor ki
sahip olduğunuz bu Allah’ın en büyük hediyesi İslâm, davranış ve
düşüncelerinize bakılmadan size aileniz tarafından bırakılmış ve ömür
boyu sizde kalacak olan bir şey değildir. O kaybetmemek için sürekli
mücadele etmek zorunda olduğunuz bir hediyedir. Eğer ona karşı
kayıtsız kalırsanız, Allah esirgesin elinizden alınabilir.
İslâm’ı kabul ederek Müslüman olacağımıza inanırız. Fakat İslâm’ı
kabul etmek ne demektir? Bu “Ben Müslümanım” veya “Ben İslâm’ı
kabul ettim” diyen herkesin gerçek bir Müslüman olması demek midir?
Ya da bazı Sanskritçe sözcükleri anlamadan sayıp döken dindar bir
Brahman gibi bazı Arapça sözleri anlamını bilmeden söyleyen birinin
Müslüman olması demek midir? Bu soruya cevabınız nedir? İslâm’ın
Hz. Muhammed’in, öğrettiği ne varsa hepsinin, Müslümanlar tarafından
bilinçli bir şekilde, düşünülerek kabul edilmesi ve ona göre yaşanması
demek olduğunu söylemekten başka verecek cevabınız yoktur. Bu
şekilde hareket etmeyenler gerçek anlamda Müslüman değillerdir.
Bu yüzden İslâm ilk önce bilgiyi, sonra da bu bilgiyi uygulamayı
gerektirir. Beyaz bir insan bilgisiz de olsa hep beyaz kalacaktır. Çünkü
beyaz doğmuştur. Aynı şekilde bir İngiliz hiçbir şey bilmeyebilir fakat
İngiliz doğduğu için hep İngiliz kalacaktır. Fakat Müslümanlık doğumla
değil bilgiyle elde edildiğinden hiç kimse İslâm’ın anlamını bilmeden
Müslüman olamaz. Hz. Muhammed’in, temel ve gerekli öğretilerini
bilmeden ona nasıl inanır, iman eder ve öğrettiklerini nasıl uygularsınız?
Eğer içinizde bilerek ve isteyerek sahip olunan bir iman yoksa nasıl
gerçek bir Müslüman olursunuz?
Cahillik içinde Müslüman olunamayacağı ve Müslüman
kalınamayacağı açıktır. Müslüman bir çevrede doğmak, Müslüman
isimleri almak, Müslüman gibi giyinip kendinizi Müslüman olarak
adlandırmak sizi Müslüman yapmaya yetmez; gerçek Müslümanlar
İslâm’ın neyi temsil ettiğini bilir ve ona son derece bilinçli bir şeklide
inanırlar.
Allah’ın yol göstericiliğini kabul etmeyen ve nimetlerine karşı
nankörlük eden bir kâfirle bir mümin arasındaki asıl fark birinin Smith
ya da Ram Lal ve diğerinin de Abdullah olmasında değildir. Hiç kimse
sadece isminden dolayı kâfir ya da mümin olamaz. Fark sadece
giyinmekle ya da kravat takmakla ilgili değildir. Asıl fark bilgidedir. Bir
kâfir Allah’la arasındaki ilişkiyi anlamaz. Allah iradesini bilmediğinden
hayatta takip edeceği doğru yolu da bilemez. Eğer bir Müslüman da
Allah iradesinden habersiz yetişmişse onu kâfir değil de Müslüman
olarak adlandırmaya devam etmenin geçerli bir sebebi var mıdır?
Kardeşlerim! İşaret ettiğim noktaları iyi dinleyin. Öncelikle bilgiye
dayanan ve varlığından sonsuz şükran duyduğumuz, Allah’ın bu en
büyük hediyesine sahip ya da ondan yoksun olmak onu anlayışınıza
bağlıdır. Bilgisiz kalırsanız bu hediyeyi tam anlamıyla alamazsınız.
Eğer bilginiz onun sadece küçük bir parçasını almaya yetiyorsa,
gözünüzü açıp cehalete karşı savaşmadıkça bu muhteşem hediyenin o
küçük parçasını bile kaybetme tehlikesiyle sürekli karşı karşıyasınız
demektir.
İslâm ve Allah’ın yol göstericiliğini reddetmeyi içeren küfür
arasındaki farktan İslâm ve şirk(Allah’a başka ilahları ortak etmek)
arasındaki bağdaşmazlıktan habersiz yaşayan bir insan zifiri karanlık bir
yolda yürüyor gibidir. Büyük bir olasılıkla kaybolacak ya da ne
olduğunun farkına varmadan başka bir yola sapacaktır. Belki de “Sen
karanlıkta yolunu kaybettin. Gel seni gideceğin yere götüreyim” diyen
şeytanın tatlı sözlerine kenacaktır. Zavallı yolcu, doğru yolu kandi
gözleriyle görmekten aciz, şeytanın kollarına sığınacak ve yoldan
çıkacaktır. Kendi ışığı olmadığından yoldaki işaretleri farkedemeyecek
ve tehikelerle yüzyüze gelecektir. Eğer ışığı olsaydı ne yolunu kaybeder
ne de kaybolurdu.
Bu örnek gösteriyor ki karşılaşacağınız en büyük tehlike İslâmî
bilgilerdeki cahilliğiniz ve Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in, yol
göstericiliğine karşı olan ilgisizliğinizdir. Fakat eğer bilginin ışığıyla
aydınlanırsanız yaşamınızın her aşamasında İslâm’ın parlak yolunu
apaçık görür ve küfrün, şirkin ve ahlaksızlığın onunla çakışan yollarını
ayırdeder, onlardan sakınırsınız. Ve ne zaman yolda yalancı bir rehbere
rastlasanız, birkaç kelimeden sonra onun izlenecek rehber olmadığını
anlarsınız.
Kardeşlerim! Sizin ve çocuklarınızın gerçek Müslümanlar
olabilmeniz ve öyle kalabilmeniz, önemine bir kez daha değindiğim bu
bilgiye bağlıdır. Bu önemsenmeyecek, sıradan bir konu değildir.
Toprağınızı işlemeyi, ekinlerinizi sulamayı ve korumayı, hayvanlarınıza
yem vermeyi, yani işlerinizin yolunda gitmesi için gerekli olan şeyleri
ihmal etmezsiniz. Çünkü o zaman açlıktan öleceğinizi bilirsiniz. O
zaman niçin Müslüman olmanız ve kalmanız için gerekli olan bilgiye
karşı kayıtsız kalıyorsunuz? Böyle bir kayıtsızlık yaşamdan çok daha
değerli bir hediye olan imanınızı kaybettirmez mi size? İman hayatın
kendisinden daha değerli değil midir? Zamanınızın ve emeğinizin
büyük bir kısmını fiziki varlığınızı südürmek için harcıyorsunuz. Niçin
zamanınızın ve enerjinizin onda birini olsun size şimdiki ve gelecekteki
hayatınızda gerekli olan imanınızı korumak için harcamıyorsunuz?
Sizlerden bilgin olmanızı, cilt cilt kitaplar okumanızı ve hayatınızın
büyük bir bölümünü bilgi peşinde koşarak geçirmenizi istemiyorum.
Müslüman olmak için bu kadar çok çalışmak gerekli değildir. İstediğim
sadece günde yirmi dört saatin bir saatini dininiz için, yaşam tarzınız
İslâm için bilgi edinmeye ayırmanız.
Herbiriniz, genç ya da yaşlı, erkek ya da kadın, Kur’an’ daki
bilgilerin özünü ve gönderilmesindeki amacı anlamaya yetecek bilgiye
sahip olmalısınız. Bu dünyada yerine getirmesi için Hz. Muhammed’e,
verilen görevi iyice anlayabilmelisiniz. Yıkmaya geldiği kokuşmuş
düzeni ve sistemi görebilmelisiniz. Allah’ın Müslümanlar için
belirlediği yaşam tarzını tanımalısınız.
Bu basit bilgileri edinmek için o kadar çok zamana ihtiyacınız yok.
Eğer imanın değerini bilirseniz günde bir saatinizi buna ayırmak hiç de
zor değildir.

İSLÂM VE KÜFÜR ARASINDA
Müslüman kardeşlerim!
Her Müslüman’ın bildiği ve sizin de bilmeniz gerektiği gibi
Müslümanlar kâfirlerden farklıdırlar; Allah Müslümanlar’ı sever,
kâfirleri sevmez; O Müslümanlar’ı affedecek, kâfirleri affetmeyecektir;
Müslümanlar cennete kâfirler cehenneme gideceklerdir. Kâfirlerle
Müslümanlar arasında neden bu kadar büyük bir fark olduğunu
anlamanızı istiyorum.
Kâfirler de sizin gibi Âdem ile Havva’nın soyundandır. Onlar da
elleri, ayakları, gözleri, kulakları olan sizin gibi insanlardır. Sizinle aynı
havayı solur, aynı suyu içer ve aynı dünyada yaşarlar. Onları da sizi
yaratan Allah yarattı. O zaman niçin onlardan daha üstün olasınız?
Niçin siz cennete giderken onlar cehenneme atılsınlar.
İyi düşünün. İki insan arasında böylesine hayati bir fark sizin
isimlerinizin Abdullah, Abdurrahman, onların isimlerinin de Kartar
Singh, Smith, Robertson olması, sizin sünnet olmanız onların olmaması
ya da sizin et yiyip onların yememesi ya da onların domuz eti yiyip
sizin yememeniz yüzünden mi meydana çıkmaktadır? Bütün insanları
yaratan ve varlıklarını koruyan Allah, kullarını böylesine önemsiz
nedenlere dayanarak aldığı kararlarla cennete yahut cehenneme
gönderecek kadar adaletsiz değildir.
O zaman Müslüman’la kâfir arasındaki fark nerede yatıyor? Kısaca
cevaplamamız gerekirse fark İslâm ve küfrün özelliklerindedir. İslâm
Allah’a teslimiyet anlamına gelirken, Küfür O’nu red ve O’na karşı
itaatsizlik anlamına gelir. Müslüman da kâfir de insandır ve Allah’ın
kuludur. Fakat birisi yaratıcısını tanıdığı, itaatsizliğin sonuçlarından
korktuğu ve O’nun emirlerine uyduğu için değer kazanıp yücelirken,
diğeri yaratıcısını tanımamakla ve O’nun emirlerini yerine
getirmemekle kendi değerini düşürmektedir. Bu yüzden Allah
inananlardan memnun, inançsızlardansa memnun değildir. Gerçek
Müslümanlar’ı cennetle ödüllendireceğini müjdelemiş, inanmayanları
ise cehenneme gönderilecekleri yolunda uyarmıştır.
Bundan dolayı Müslümanlar’ı ve kâfirleri birbirinden ayıran iki şey,
bilgi ve davranıştır. Yani ilk önce efendinizi tanımalı, emirlerinin ne
olduğunu, isteklerini nasıl yerine getireceğinizi, O’nu memnun edecek
ve etmeyecek hareketleri bilmelisiniz. Bunlar bilindikten sonra ikinci
adım kendi isteklerinizi efendinizinkilere göre değiştirip gerçek birer
kul olmaktır. Eğer gönlünüzden efendinizin yasakladığı bir şeyi yapmak
geçiyorsa bu yasağa uymalısınız. Eğer size iyi gelen bir şeye efendiniz
kötü diyorsa, onu kötü olarak kabul etmelisiniz. Yapılmasını zararlı
bulduğunuz bir işi eğer efendiniz yap diyorsa, bu sizin için can ya da
mal kaybına sebep olsa bile yapılması gerekir. Aynı şekilde belirli bir
işten çıkar sağlamayı umuyorsanız ve efendiniz bunu yasaklamışsa, size
dünyanın bütün hazinelerini getirecek de olsa ondan vazgeçmelisiniz.
İşte bu bilgi ve davranışlar sayesinde Allah’ın gerçek kulları şeref ve
itibar kazanır, O’nun bağışlayıcılığıyla ödüllendirilirler. Buna karşılık
kâfirler bu bilgiye sahip olmadıklarından, Allah’ın itaatsiz kulları olup
O’nun rahmetinden yoksun kalırlar.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin: Eğer kendinizi
Müslüman olarak adlandırıyorsanız fakat aslında bir kâfir kadar cahil ve
itaatsiz iseniz, sadece değişik isimler almakla, değişik yiyecekler
yemekle bir kâfirden üstün olabilir misiniz? Allah’ın bu dünyadaki ve
ahiretteki lütfuyla onurlandırılabilir misiniz? İslâm üyeliğinin otomatik
olarak babadan oğula geçtiği bir ırk ya da aile değildir. İtibarlı bir din
adamının oğlu eğer yanlış yoldaysa, sadece bir din adamının oğlu
olmakla Allah’ın gözünde yücelmez; fakir bir aileden gelen bir çocuğu
da Allah yaptığı iyi işleri göz ardı ederek, sadece doğduğu yere bakarak
küçümsemez.
Bu noktayı Allah, Kur’an’da açıkça belirtmiştir:
Sizin en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır. (Hucurat, 49/13).
Yani Allah’ı ne kadar çok tanırsanız o kadar çok itaat edersiniz ve
O’nun gözünde o kadar itibarlı olursunuz. İbrahim Peygamber bir
putperestin evinde doğdu fakat Allah’ı tanıdı ve ona itaat etti. Nuh
Peygamber’in oğlu ise bir peygamber evinde doğdu fakat Allah’ı
anlamadı ve itaatsizlik gösterdi. Ailesinin yüceliğine rağmen Allah ona
öyle bir ceza verdi ki bütün dünyaya ibret oldu.
O zaman şunu iyice anlayın: Allah’ın gözünde iki insan arasındaki
fark bütünüyle onların bilgilerine ve uygulamalarına dayanmaktadır.
Allah’ın bu dünyadaki ve ahiretteki rahmeti, O’nu tanıyanlar, O’nun
tarafından gösterilen doğru yolu seçenler ve O’nun emirlerine uyanlar
içindir. Uymayanlarsa isimleri ne olursa olsun Allah’ın gözünde
birdirler. O’nun rahmetini haketmezler.
Kardeşlerim! Kendinize Müslüman der, Allah’ın Müslümanlara
rahmet yağdırdığına inanırsınız. Fakat gözlerinizi açın ve bu rahmetin
size gelip gelmediğine bakın. Ahiret’te size ne olacağını ölmeden önce
bilemezsiniz, ama dünyadaki durumunuzu şüphesiz görebilirsiniz.
Şu dünyada o kadar kalabalık bir topluluk oluşturmaktasınız ki, her
biriniz ufak bir taş atsa, bir dağ meydana gelir. Bu kadar çok Müslüman
ve Müslüman devlet olduğu halde dünya, Allah’a karşı isyan edenlerin
elinde. Boyunlarınız, onların pençeleri arasında, onlar nereye isterlerse
oraya çevriliyor; sadece Allah’ın huzurunda eğilmesi gereken başlarınız
insanlara eğiliyor. Kimsenin el sürmeye cesaret edemediği şerefiniz
şimdi ayaklar altında. Bir zamanlar Allah’a açılan elleriniz şimdi alçalıp
düşmanlarınıza açılıyor. Cehalet, bağımlılık, fakirlik ve minnet, size her
yerde yüz karası olmuş.
Bu mu Allah’ın rahmeti! Eğer değilse, daha çok bir kızgınlık
işaretiyse, niçin Müslümanlar’a gönderilmiştir. Hem Müslümansınız,
hem düşkün. Hem Müslümansınız hem köle. Bu durum, bir nesnenin
hem siyah hem de beyaz olması gibidir. Eğer Müslümanlar Allah’ın
sevdiği kişilerse nasıl böyle utanılacak bir muamele görürler? Sizin
Allah’ınız, siz üstünüze düşen görevi kabul edip onun emirlerine boyun
eğerken, itaatsizlerin sizi yönetmesine izin verip O’na itaatinizden
dolayı sizi cezalandıracak kadar adaletsiz mi? (Haşa).
Eğer Allah’ın adaletsiz olmadığını ve O’na itaat etmenin utançla
sonuçlanamayacağını söylüyorsanız, İslâm’ı anlayışınızda bir hata
olduğunu itiraf etmek zorundasınız. Nüfus cüzdanlarınızda Müslüman
yazsa bile Allah değerlendirmelerini kâğıt parçalarındaki yazılara göre
yapmaz. O, itaat edenlerin ve etmeyenlerin listesini bilir ve sizin asıl
durumunuz o listede belirlenmiştir.
O’nu tanımanız ve O’na nasıl itaat edeceğinizi öğrenebilmeniz için
Allah size kitabını gönderdi. İçinde ne yazdığını hiç araştırdınız mı?
Size nasıl Müslüman olmanız gerektiğini öğretmesi için Peygamberini
yolladı. Peygamberinin ne öğretmek istediğini anlamaya çalıştınız mı?
Allah bu dünyada ve ahirette hangi hareketlerin değerinizi düşürdüğünü
size açıkça bildirdi. Bu hareketlerden kaçınıyor musunuz? Eğer Allah’ın
kitabı ve Peygamberi hakkında hiç bir araştırma yapmadığınızı ve
onların gösterdikleri yoldan yürümediğinizi itiraf ediyorsanız,
Müslüman olduğunuzu ve O’nun lütfunu hakettiğinizi nasıl iddia
edersiniz. Bu dünyada hakettiğiniz lütuf, iyi bir Müslüman olup
olmamanızla yakından ilgilidir; ahiretteki ödülünüz de aynı şekilde
değerlendirilecektir.
Müslüman ve kâfir arasındaki tek farkın bilgi ve uygulama
konusunda olduğunu söyledik. Kendisine Müslüman diyen, bilgisi ve
hareketleri bir kâfirinkiyle aynı olan bir kişi aşikar bir ikiyüzlülükten
suçludur. Kâfirler Kur’an okumaz ve içinde ne yazdığını bilmezler. Eğer
sözde Müslümanlar da onlar kadar cahillerse niçin onlara Müslüman
deniyor? Kâfirler Hz. Muhammed’in, öğrettiklerini ve Allah’a ulaşmak
için gösterdiği doğru yolu bilmezler. Eğer Müslümanlar da aynı
derecede cahilseler nasıl Müslüman olabilirler? Kâfirler Allah’ın
öğrettiklerinin yerine kendi isteklerinin peşinden giderler. Eğer
Müslümanlar da onlar gibi söz anlamaz ve disiplinsizseler kendi
fikirlerini üstün görüp Allah’a karşı kayıtsız kalıyor ve nefislerinin esiri
oluyorlarsa kendilerine Müslüman demeye ne hakları var? Kâfirler helâl
ve haramı ayırdetmezler, ellerindeki şeylerin helâl ya da haram olması
arasında fark gözetmezler. Müslümanlar da böyle davranıyorlarsa
aralarındaki fark nedir?
Daha basit açıklayalım: Eğer Müslümanlar da en az kâfirler kadar
İslâm hakkında bilgi yoksunu iseler ve bir Müslüman bir kâfirin yaptığı
herşeyi yapıyorsa niçin bir kâfirden daha üstün ve akıbeti onunkinden
değişik olmalı? Hepimiz bu soru üzerinde ciddi olarak düşünmeliyiz.
Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kâfir damgasını vurduğumu asla
düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden
de kendinize samimiyetle sormanızı istiyorum: Niçin Allah’ın
rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir
yandan üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin kanını
döküyoruz? Neden kâfirler bizi her yerde yönetiyor? Biz O’na itaat
eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde diğerlerine bağımlı
yaşıyoruz?
Bu durumu düşündükçe kâfirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece
isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü O’na karşı ilgisizlikte,
O’nun korkusundan yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir
şekilde geri kalmıyoruz.
“Neredeyse” diyorum, çünkü Kur’an’ı değerlendirişimiz
kâfirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu
biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri
kâfirlerinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok
haketmesine yol açıyor. Hz. Muhammed’in Allah’ın Peygamberi
olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kâfir kadar isteksiziz.
Biliniz ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin yerinin
Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç alıp vermenin daha
da kötü olduğunu söylemiş, gıybeti kardeş eti yemek kadar aşağılamış,
açık giyinmeyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak bunlara en ağır cezaları
vermiştir. Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah’ın öfkesinden
hiç korkmuyormuşcasına bu günahlarla özgürce içiçe yaşıyoruz.
Bu yüzden O’nun rahmetine erişemiyoruz: biz sadece görüntüde
Müslümanız. Gerçek şu ki, Allah’ın hâkimiyetini kabul etmeyenlerin
bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah’ın en
büyük hediyesi İslâm’ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı
gösteriyor.
Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum. Sizi tenkit
etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş
hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle bir istek, bir insan ne kaybettiğini
ve kaybettiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır.
Keskin ve acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete geçirmek,
zorlamak için yapıyorum.
Gerçek bir Müslüman olmak için ilk şart İslâmî bilgidir. Her
Müslüman Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in, öğütlerini, İslâm’ı ve İslâm’ı
küfürden gerçekten ayıran şeyleri öğrenmelidir. Bu bilgi olmadan hiç
kimse Müslüman olamaz. Acı olan şu ki bu bilgiyi elde etmek için hiç
bir istek duymuyorsunuz. Bu da ne kadar büyük bir armağandan
mahrum kaldığınızı hâlâ bilmediğinizi gösteriyor.
Kardeşlerim! Bir anne çocuğu ağlayıp istemedikçe ona süt vermez.
Bir insan susadığı ve su aramaya başladığı zaman Allah onu suya
götürür. Eğer kendiniz susuzluğunuzun farkında değilseniz ağzına kadar
dolu bir bardağın bile önünüzde durması faydasızdır. İlk önce İslâm’a
karşı kayıtsız kalmakla ne kadar büyük bir kayıpta olduğunuzu
anlamalısınz. Allah’ın kitabı sizinle ama siz içinde ne yazdığını
bilmiyorsunuz. Daha İslâm’ın ilk basamağında ezberlediğiniz Kelime-i
tevhidin (La ilahe İllallah Muhammedu’r-resulullah (Allah’tan başka
ilah yoktur; Muhammed onun elçisidir) size yüklediği sorumluluğu
değerlendirmek bir yana, daha onun ne anlama geldiğini bile
bilmiyorsunuz. Bir Müslüman için bundan daha büyük bir kayıp olabilir
mi?
Ekinler yandığı zaman meydana gelebilecek zararı bilirsiniz;
geçiminizi sağlarken doğacak bir kaybın sebep olacağı sıkıntıyı
bilirsiniz; mal kaybından kaynaklanan zararı da bilirsiniz. Ama İslâm’a
karşı kayıtsızlığınızın getirdiği kaybı bilmiyorsunuz. Bu kaybın farkına
vardığınızda ondan kurtulmak isteyeceksiniz. Ve böyle bir istek de
Allah’ın izniyle, onun lutfuna sahip olabileceğinizi gösterir.

MÜSLÜMANLAR KUR’AN’I NASIL ANLIYORLAR?
Kardeşlerim!
Müslümanlar “Allah” kelimesine Hz. Muhammed’e, gönderildiği
gibi, asıl şekliyle, bozulmadan sahip olan tek şanslı topluluktur. Buna
karşılık aynı Müslümanlar “Allah” kelimesinin inananlara bahşettiği
sayısız fayda ve güzellikten mahrum kalma şansızlığını da yaşıyorlar.
Kur’an onlara onu okumaları, anlamaları, ona göre hareket etmeleri ve
onun yardımıyla Allah’ın dünyasında O’nun kurallarını yerleştirmeleri
için gönderildi. Ve tarih de gösterdi ki ne zaman onun gösterdiği şekilde
davrandılarsa, dünyanın lideri oldular.
Fakat bugün Kur’an’ın pek çok Müslüman için yararlı olmayışının
nedenleri, birtakım kötü güçleri uzaklaştırmak için evlerinde tutmaları,
muskalar içine yazıp boyunlarına asmaları ya da bu muskaları ıslatıp
suyunu içmeleri ya da anlamını kavramadan bir ödül almayı bekleyerek
okumalarıdır. Onlar artık Kur’an’dan hayatları için yol göstericilik
yapmasını beklemiyorlar. İnançlarının, ahlaklarının, uygulamalarının ve
davranış biçimlerinin nasıl olması gerektiğini, dost ve düşmanla olan
ilişkilerde hangi ölçülerin gözetilmesi gerektiğini, kendilerinin ve
çevrelerindeki insanların haklarının neler olduğunu öğrenmek için
Kur’an’a danışmıyorlar artık. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, kime
itaat edip kime etmeyeceklerini, dostlarının ve düşmanlarının kimler
olduğunu, saygının, iyilik ve faydanın nerede, utancın eksiklik ve
kaybın nerede olduğunu ona sormuyorlar. Biz Müslümanlar, bu önemli
soruların cevabını Kur’an’da aramaktan vazgeçtik artık. Onun yerine
kâfirlere, putperestlere, yanlış yola sapmış bencil insanlara, hatta kendi
bencil egomuza soruyor ve onlar ne derse onu yapıyoruz. Allah’ı
önemsemeyen ve diğerlerinin öğütlerini tutanlara ne olduysa bize de o
oldu. Şimdi dünyanın her yerinde ektiklerimizi biçiyoruz-, Ortadoğu’da,
Pakistan’da, Endonezya’da ve daha başka pek çok yerde.
Kur’an bütün iyiliklerin kaynağıdır: İstediğiniz herşeyi, istediğiniz
kadar verir. Eğer onu cinleri ve hayaletleri korkutup kaçırmak, öksürük
ve ateşi tedavi etmek, davanızda başarılı olmak ya da bir iş bulmak gibi
basit ve sıradan şeyler için araştırırsanız istediklerinizi elde edersiniz,
fakat sadece onları. Eğer bu dünyada üstünlük ve dünyayı yönetme gücü
isterseniz onu da elde edersiniz. Ve eğer Allah’ın yanına, arşa çıkmak
isterseniz Kur’an sizi oraya götürür. Ama eğer elde ettiğiniz okyanustan
bir damlaysa Kur’an’ı değil kendinizi suçlamalısınız. Okyanus orada,
ondan faydalanmasını bilenleri bekliyor.
Allah’ın kutsal kitabı hakkında yapılan acımasız şakalar, kardeşlerim,
o kadar boştur ki böyle şeyler yapan birisiyle karşılaştığınızda
önemsemeyin ve hatta ona deli muamelesi yapın. Söyleyin bana, bir
doktor reçetesini yakasına iğneleyen ya da bir bardak suda ıslattıktan
sonra o suyu içen birine ne dersiniz? Ona gülüp bir aptal olduğunu
düşünmez misiniz? Bütün tedaviler, doktorların en büyüğü tarafından,
hastalıklarınızı iyileştirmek için size sunulan eşsiz reçete içinde,
gözlerinizin önüne serildiği halde kimse görmüyor. Kimse bir reçetenin
boyuna asılmayacağını ya da sözlerinin suda ıslatılıp içilmeyeceğini
düşünmüyor.
Söyleyin bana, bir tıp kitabını alıp iyileşeceğine inanarak onu
okumaya başlayan hasta bir insan hakkında ne düşünürsünüz? Ona
şaşkın demez misiniz? İşte biz en yüce iyileştiricinin bütün hastalıklara
şifa olarak gönderdiği Kitabı da aynı şekilde kullanıyoruz. Gösterdiği
yolu izlemeden, zararlı olduğunu söylediği şeylerden kaçınmadan
sadece sayfalarını şöyle bir okumakla hastalıklardan kurtulacağımızı
sanıyoruz. O tıp kitabını iyileşeceğine inanarak okuyan adamla aynı
duruma düşmüyor muyuz o zaman?
Bilmediğiniz bir dilde yazılmış bir iş mektubu alsanız, içinde ne
yazdığını öğrenmek için o dili bilen birine gidersiniz. Size önemsiz bir
maddi fayda sağlayacak olsa bile, mektupta ne yazdığını öğrenene kadar
huzursuz olursunuz. Oysa size âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen,
bu dünyanın ve sonsuz yaşamın bütün faydalarını sunan mektup
dikkatsizce bir köşeye atılmış. Onun ne anlattığını anlamamış olmaktan
dolayı herhangi bir rahatsızlık duymuyorsunuz. Bu şaşırtıcı değil mi?
Sizi güldürmeye çalışmıyorum. Bu gerçekler üzerinde biraz
düşündüğünüz zaman olabilecek en büyük haksızlığın Allah’ın kitabına
yapıldığını kalbiniz size söyleyecektir. İşin acı tarafı, asıl suçlular ona
olan bağlılıklarını ve onun için hayatlarını feda etmeye hazır olduklarını
ilan edenlerdir. İnançlı olduklarına ve onu canlarından çok sevdiklerine
şüphe yoktur fakat ne yazık ki Kur’an’a kötü muamele eden yine
onlardır. Bunun sonuçları da apaçık gözler önündedir.
Allah’ın sözlerinin insanlara sefalet ve utanç vermek ve acı çektirmek
için söylenmediğini anlamalısınız. “Kur’an’ı size mutsuz olmanız için
göndermedik.”(Taha, 20/1-2)
Tam tersine Kur’an mutlulukların ve başarıların kaynağıdır. Allah’ın
kelamını anlayan bir toplumun utanç ve yenilgi içinde olmasına,
alçalmasına ve itilip kakılmasına, boynunda bir halkayla hayvan gibi
yönetilmesine imkân yoktur. İnsanlar böyle bir akıbetle sadece Allah’ın
kelamına karşı geldikleri zaman karşılaşırlar.
Yahudilerin akıbetine bakın. Onlara İncil ve Tevrat verildi ve şöyle
söylendi:
Eğer onlar Tevrat’ı İncil’i ve Rabb’lerinin katından kendilerine indirileni dosdoğru
tutsalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayaklarının altından rızıklarını yerlerdi.(Dünyanın ve
cennetin nimetlerine kavuşurlardı). (Maide, 5/66).
Fakat Allah’ın kitaplarına karşı yanlış fikirler geliştirerek şu sonuca
ulaştılar.
Onlar utanç ve çaresizlik içinde kaldılar ve Allah’ın gazabını yüklendiler. Çünkü onlar
Allah’ın çağrısına inanmadılar ve peygamberleri insafsızca öldürdüler; çünkü onlar asi
ve günahkardılar. (Bakara, 2/61).
Eğer bir toplum Allah’ın kitabına sahipse ve hâlâ utanç ve yenilgi
içinde yaşıyorsa, mutlaka Allah’ın sözlerine karşı haksızlık ettiği için
cezalandırılıyordur. Kendinizi Allah’ın öfkesinden kurtarmanın tek yolu
bu büyük günahtan dönüp O’nun kitabına hakettiği değeri vermeye
çalışmaktır. Bunu yapana kadar durumunuz asla değişmeyecektir -her
köyde bir okul açsanız, bütün çocuklarınız üniversiteyi bitirse ve çeşitli
yollardan kazandığınız milyonları üstüste yığsanız bile.

KUR’AN’A İTAAT ETMEDEN MÜSLÜMAN OLAMAZSINIZ
Kardeşlerim!
Allah’ın kitabına hakkını verebilmeniz için yapmanız gereken en
önemli iki şey gerçek birer Müslüman olmak ve “Müslüman”
kelimesinin anlamını bilmektir.
İnsanlığın ne olduğunu ve hayvanla insan arasındaki farkı
bilmeyenler kesin olarak insan nesline yakışmayan, değersiz davranışlar
içine gireceklerdir. Aynı şekilde Müslüman olmanın gerçek anlamını,
Müslümanla Müslüman olmayan arasındaki farkı bilmeyen aynı onun
gibi davranacak ve Müslüman olmayı hak edemeyecektir.
Bu yüzden her Müslüman, ister çocuk ister yetişkin olsun,
Müslümanlığın ne demek olduğunu, hayatına ne gibi değişiklikler ve
sorumluluklar getireceğini, İslâm’ın hangi sınırları içinde Müslüman
kalınabileceğini ve İslâm’ı zedeleyen günahları bilmelidir.
İslâm Allah’a teslimiyet ve itaattir. Kendinizi tamamen Allah’a
vermektir. Kesin bir özgürlüğe ulaşmak ve Allah’ın yolunu izlemek için
bütün iddialardan vazgeçmektir. Kendinizi Allah’ın hâkimiyetine teslim
etmektir. Eğer hayatınızı Allah’ın söylediği biçimde yaşarsanız
Müslümansınız ve eğer hayatınızı kendi kafanıza göre veya Allah’tan
başkasının gösterdiği biçimde yönlendirirseniz, o zaman Müslüman
değilsiniz.
Hayatınızı Allah’ın gösterdiği biçimde yaşamak demek, O’nun
kitabıyla ve Peygamberler’iyle gösterdiği yolu kayıtsız şartsız kabul
etmektir. Böylece rehber olarak sadece Kur’an’ı ve Peygamberin
sünnetini izlemek gereği ortaya çıkar. Düşünerek ya da düşünmeden,
sadece gelenek olduğu için kabul edilmiş olsa bile Allah,
Müslümanların izledikleri tek otoritedir. Her durumda O’nun kitabına
ve peygamberine başvurur ne yapılması ve yapılmaması gerektiğini
öğrenirler. Gösterdikleri yolu hiç tereddüt etmeden izlerler ve onlara
karşı olan her şeyi reddederler.
İşte kişiyi Müslüman yapan Allah’a böyle bütünüyle teslim olmaktır.
Buna karşın sünneti ve Kur’an’ı izlemek yerine kendi istek ve
düşüncelerine boyun eğenler, büyüklerinin yolundan gidip toplumdaki
olayları olduğu gibi kabul eden ve davranışlarını Kur’an’a ve Sünnet’e
göre düzeltmek zahmetine girmeyenler ya da “Benim aklıma yatmıyor,
büyüklerimin gittiği yola aykırı, dünya bunun aksi yönünde ilerliyor”
diyerek Sünnet’in ve Kur’an’ın bilgilerini reddedenler kesinlikle
Müslüman değildirler. Böyle insanlar kendilerine Müslüman diyorlarsa
yalancıdırlar.
Kelime-i tevhid sözcüklerini söylediğiniz an: “La ilahe İllallah
Muhammedu’r-Resulullah”, sadece Allah’ın kanununu, hâkimiyetini,
hükümdarlığını, itaat edilecek tek varlık olduğunu ve sadece Allah’ın
kitabının ve Peygamberi tarafından söylenenlerin doğruluğunu kabul
edersiniz. Bu demektir ki Müslüman olur olmaz kendi otoritenizden
vazgeçip Allah’ınkini kabul edersiniz.
Sonuç olarak “Benim düşüncem budur, yaygın gelenek budur, aile
geleneğimiz şudur, şu bilgin ya da din adamı bunu söylüyor” demeye
hakkınız yoktur. Allah’ın sözleri ve Peygamberi’nin sünnetine
aldırmadan, bu konuda tartışamazsınız. Herşeyi Kur’an ve sünnetin ışığı
altında yargılamalısınız; onlara uygun olan ne varsa kabul etmeli ve
ardında bazı insanlar olabileceğini umursamadan aykırı olan ne varsa
reddetmelisiniz. Bir yandan Müslüman olduğunuzu söyleyip, öte
yandan kendi fikirlerinizi, toplumun geleneklerini, başka birinin
sözlerini ya da Kur’an’a ve sünnete karşı olan davranışları izlerseniz
çelişki içindesiniz demektir. Nasıl bir kör gördüğünü, bir sağır
duyduğunu iddia edemezse yaşamını Kur’an ve sünnete göre
düzenlemeyi reddeden bir insan da kendine Müslüman diyemez.
Müslüman olmayan bir insan düşüncesini değiştirmesi için
zorlanamaz. İstediğiniz dini seçmekte, kendinize istediğiniz ismi
vermekte özgürsünüz. Fakat eğer kendinizi müslüman olarak
adlandırmışsanız İslâm’ın sınırlarından çıkmadığınız sürece Müslüman
kalabilirsiniz. Bu sınırlar, Allah’ı ve Peygamberi’nin sünnetini gerçeğin
ve adaletin esas ölçüsü olarak kabul etmek ve onlara karşı olan herşeyi
yanlış saymaktır. Bu sınırlar içinde kaldığınız sürece Müslümansınız,
fakat dışına çıkarsanız olamazsınız. Bu şartlar altında yaşamaya devam
edip kendinizi Müslüman olarak adlandırmak, başkalarına aldanmanız
ve kendinizi aldatmanız demektir.
Kendilerini Allah’ın söylediği biçimde yargılamayanlar kâfirlerdir. (Maide, 5/44).

İMANIN GERÇEK ANLAMI
Müslüman kardeşlerim!
Kelime-i tevhid kelimelerini ezberleyerek Müslüman oluyorsunuz. La
ilahe illallah Muhammedu’r-Resulullah Allah’tan başka ilah yoktur;
Muhammed O’nun elçisidir.
Bu sözcükleri söyleyen bir kişinin tamamen değiştiği kabul edilir.
Çünkü bir kâfirken Müslüman olmuş, kötülüklerden arınıp saflaşmıştır.
Daha önce Allah’ın öfkesine maruz kalırken şimdi sevgisini
haketmektedir. Cehennem’in kapıları kapanmış, cennetin kapıları
açılmıştır.
Daha somut açıklayacak olursak, toplumsal yaşam içinde kelime-i
tevhid iki insanı birbirinden ayıran bir temeldir. Onu söyleyenler ve
inkar edenler ayrı topluluklar oluştururlar. Eğer bir baba söylüyor ve
oğlu inkar ediyorsa, ne baba aynı babadır ne de oğul aynı oğuldur. Oğul
artık babasının mirasçısı olamadığı gibi annesi ve kızkardeşlerine bile
yabancı olur. Öte yandan tamamen yabancı bir insan şehadet getiriyorsa
ve Müslüman bir aileye girmişse o ve çocukları ailenin varisleridirler.
Kelime-i tevhidin gücü o kadar büyüktür ki kan bağını bile geride
bırakır; yabancıları biraraya getirebilir ve aynı ailenin üyelerini
birbirinden ayırabilir.
Nasıl oluyor da kelime-i tevhid iki insan arasında böylesine büyük bir
değişiklik deydana getiriyor. Onu bu kadar özel kılan nedir? Yalnızca
birkaç harf birleştirilip okununca, bir insanı tamamen değiştirebilecek
bir güce sahip olabilir mi? Sadece birkaç kelime söylenerek böylesine
muazzam bir değişiklik yaratılabilir mi?
Kardeşlerim! Biraz düşününce ağzınızdan çıkacak birkaç hecenin
kesinlikle bu kadar büyük bir etki yaratamayacağını söyleyeceksiniz.
Şüphesiz ki putperestler, anlamını bilmeseler bile birkaç kutsal sözle
dağların yerinden oynayacağına yerin yarılıp içinden suların
fışkıracağına inanırlar. Çünkü onlar harflere olağanüstü güçler atfederler
ve güçlerini işletmek için bunları sadece söylemeyi yeterli görürler.
İslâm’da böyle değildir. Kelimelerin etkisi anlamlarında gizlidir. Eğer
kalbinizin derinliklerine işlemiyorsa ve düşüncelerinizi, ahlakınızı,
hareketlerinizi etkileyecek kadar güçlü bir etkileri yoksa, sadece
söylenmeleri anlamsız ve etkisizdir.
Basit bir örnek verelim. Düşünün ki soğuktan titriyorsunuz ve
“pamuk yorgan, pamuk yorgan” diye bağırmaya başlıyorsunuz. Bütün
gece tesbih çekip dua ederek aynı sözleri bir milyon kere de söyleseniz
soğuğun etkisi azalmayacaktır. Ama eğer bir pamuk yorgan hazırlayıp
üstünüze örtersiniz soğuk kesilecektir. Ya da düşünün ki susamışsınız ve
bütün gün “su, su” diye bağırıyorsunuz; böyle yaparak susuzluğunuzu
dindiremezsiniz. Bütün yapacağınız biraz su bulup içmektir. Ya da
tekrar soğuktan üşüdüğünüzü ve ateşiniz olduğunu düşünün.
Hastalığınızın en iyi devasının ilacın ismini mırıldanmak olduğuna
karar veriyorsunuz. Böyle iyileşemezsiniz; fakat ilacı içerseniz üşüme
ve ateş Allah’ın izniyle geçecektir.
İşte kelime-i tevhidin durumu da budur. Sadece altı yedi kelime
söylemekle ne kâfir Müslüman, ne namussuz biri saf, ne de kötü biri iyi
olur. Ve ne de bu birkaç söz insanı cehennem yerine cennete
göndermeye yeter. Bunların olabilmesi için kelimeleri anlamanız,
gönlünüze yerleştirmeniz ve hayatınızı değiştirmeniz gerekir.
Böylece bu kelimeyi ezberlediğiniz zaman, bütün dünya önünde
Allah’a ne kadar önemli bir söz verdiğinizin ve bu sözle ne kadar büyük
bir sorumluluk üstlendiğinizin bilincinde olmalısınız. Bilinçli olarak
kabul ettiğinizde kelime-i tevhid bütün düşüncelerinize biçim vermeli,
yaşamınızda birinci derecede önemi olmalıdır: düşüncelerinizin içinde
ona karşı hiçbir fikir olmamalıdır. Ona karşı olan ne varsa yanlış
saymalı ve sadece kelime-i tevhidi doğru olarak kabul etmelisiniz. Onun
doğruluğunu onayladıktan sonra, inançsızlar gibi her istediğinizi
yapmada özgür olamazsınız. Emrettiklerini yapmalı, yasakladıklarından
vazgeçmelisiniz.
Kelime-i tevhidi ancak bu şekilde ezberlerseniz gerçek Müslümanlar
olabilirsiniz ve ancak ondan sonra iki insan arasındaki o büyük farkı
yaratabilirsiniz.
Şimdi size kelime-i tevhidin anlamını anlatacağım. Gerçekte
verdiğiniz söz nedir?
Kelime-i tevhidin sözlük anlamı basittir: Allah’tan başka ilah yoktur
ve Muhammed(s), O’nun elçisidir.
“İlah” sözcüğü Kelime-i tevhidde Allah anlamına gelir. Dualarımızı
kabul eden, tapılacak ve itaat edilecek tek efendi, yaratıcı, hayat ve
devam gücü veren tek varlık Allah’tır.
“La ilahe illallah” sözleriyle iki şey ifade edersiniz. Birincisi
dünyanın ne Allah olmadan, ne de başka ilahlar tarafından
yaratılamayacağını kabul etmiş olursunuz. O vardır ve O’ndan başka
ilah yoktur ve tek ölümsüz O’dur. İkinci olarak, aynı Allah’ın bütün
evrenin olduğu gibi sizin de ilahınız olduğunu kabul etmiş olursunuz.
Siz kendiniz, sahip olduklarınız ve dünyadaki herşey yalnız O’na aittir.
O yaratıcıdır ve düzeni devam ettirir. Hayat ve ölüm O’nun emrindedir.
Sıkıntı da, ferahlık da O’ndan gelir. Kim neye sahipse O vermiştir; kim
ne kaybetmişse O almıştır. Sadece O’ndan korkmalı ve O’ndan
istemelisiniz. Sadece O’nun önünde başlarınızı eğmelisiniz. Sadece O
hizmet ve ibadete layıktır. O’ndan başka hiç kimsenin kulu ya da kölesi
değiliz ve O’ndan başka hiç kimse efendimiz değildir. Görevimiz O’na
itaat etmek ve yalnızca O’nun kurallarını uygulamaktır.
Bu, “La ilahe illallah” dediğiniz andan itibaren Allah’la yaptığınız
sözleşmedir ve siz bunu yaparken dütün dünya şahidiniz olur. Eğer bu
sözleşmeyi bozarsanız, elleriniz, ayaklarınız, vücudunuzdaki en ince kıl,
yeryüzündeki ve gökyüzündeki her zerre, sözünüzden döndüğünüze
şahit olan her şey, Allah’ın huzurunda size karşı tanıklık edeceklerdir.
Kendinizi o kadar umutsuz bir durumda bulacaksınız ki, size yardım
edecek tek bir şahit bile çıkmayacak. Hiç bir avukat sizi savunmak için
orada olmayacak. Çünkü bu dünyadaki mahkemelerde avukatlık
yapanlar, yasaları hep kendi amaçları doğrultusuna çevirmekten suçlu
olacakları için kendileri de sizin yanınızda, tıpkı sizin gibi umutsuz bir
durumda olacaklar. Bu mahkeme sizi güçlü bir savunmaya, yalancı
şahitlere ya da sahte belgelere dayanarak temize çıkarmayacak. Bu
dünyada suçlarınızı polisten gizleyebilirsiniz fakat Allah’ın polisinden
gizleyemezsiniz. Polis burada rüşvet alabilir fakat orada hayır. Bu
dünyada bir şahit yalan söyleyebilir ama Allah’ın şahitleri asla
söylemez. Hâkimler haksızlık yapabilir ama Allah yapmaz. Ve Allah’ın
suçluyu gönderdiği hapishaneden kaçış yoktur. Aptallıkların en büyüğü
Allah’la sahte sözleşme imzalamaktır. Önce enine boyuna düşünmeli
sonra titizlikle uygulamalısınız. Söz vermeniz için kimse size baskı
yapmıyor; ama boş sözler size hiç bir fayda sağlamaz.
La ilahe illallah’tan sonra Muhammedu’r-Resulullah (Muhammed
Allah’ın elçisidir) diyorsunuz. Bu, Hz. Muhammed’i, Allah’ın sözlerini
size iletmek için gönderdiği insan olarak kabul ediyorsunuz demektir.
Eğer Allah’ı efendi ve hâkim olarak tanıyorsak, bizden ne istediğini
bilmemiz şarttır. O’nu memnun etmek için neler yapmalıyız ve
öfkelendirmemek için nelerden kaçınmalıyız? Affedilmek ve gazabına
uğramamak için hangi kurallara uymalıyız? Bütün bunları bize
açıklaması için Allah, Hz. Muhammed’i, elçisi olarak görevlendirmiş ve
bu amaçla kitabını onunla yollamıştır.
Peygamber, Allah’ın gösterdiği şekilde yaşayarak bizlere örnek
olmuştur. Bu yüzden Muhammedur’r-Resulullah dediğiniz zaman onun
gösterdiği yolu ve yasaları takip etmeye, ona aykırı olan herşeye karşı
çıkmaya söz vermiş olursunuz. Eğer söz verdikten sonra Peygamber’in,
yolundan vazgeçer ve ne kadar çok insan tarafından kabul edilmiş
olursa olsun, daha değişik ve karşı bir yola saparsanız siz bir yalancı ve
alçaksınız demektir.
İslâm’a, onu din olarak tasdik edip girebilmeniz için, Peygamber’in
tek gerçek yasa olarak size sunduğu hayat kurallarını uygulamalısınız.
Bu tasdik edişin temelinde, Müslümanlarla kardeş olmanız, Müslüman
büyüklerinizin mirasçısı olabilmeniz, Müslüman kadınlarla
evlenebilmeniz, çocuklarınızın meşru olmaları ve Müslümanlardan size
yardım etmelerini, sadaka vermelerini, canınızı, malınızı, onur ve
saygınlığınızı korumalarını isteme hakkıyla emniyette olmanız yatar.
Eğer bütün bunlara rağmen sözünüzü bozarsanız hiç bir şey bundan
daha utanç verici olamaz.
Bu sözü (La ilahe illallah Muhammedu’r-Resulullah) eğer anlamını
tam olarak kavrayarak vermişseniz, bu dünyadaki polisin ya da
mahkemenin sizi zorlamasına gerek kalmadan Allah’ın kanunlarına
uymanız şaşırtıcı değildir. Polisi, ordusu, mahkemesi ve hapishanesi
görülmediği için Allah’ın kanunlarını çiğnemeyi kolay zanneden, bu
dünyadaki polisin, ordunun, mahkeme ve hükümet hapishanesinin
şüphe götürmeyen varlıkları sayesinde dünyevi kuralları çiğnemenin zor
olduğuna inananlara şunları söyleyebilirim: “Sizin kelime-i tevhidi
tasdikiniz geçerli değildir. Siz Allah’ı, bütün dünyayı, bütün
Müslümanları ve kendi kendinizi kandırmaya çalışıyorsunuz.
Kardeşlerim ve arkadaşlarım! Kelime-i tevhidin alamını biliyoruz.
Şimdi dikkatinizi onun getirdiği yükümlülüklere çekmek istiyorum.
Allah’ın herşeyin efendisi olduğunu söylemek ne anlama geliyor? Bu
demektir ki hayatlarınız sizin malınız olmayıp sadece Allah’a aittir. Ne
elleriniz, ne gözleriniz, ne de vücudunuzdaki herhangi bir organ size ait
değildir. Ekip biçtiğiniz topraklar, sizin için çalışan hayvanlar,
servetiniz, yararlandığınız eşyalar- hiç biri sizin değildir. Hepsi Allah’a
aittir ve size hediye olarak verilmişlerdir.
Bu yüzden “bu hayat benim, bu vücut benim , bu zenginlik benim”
demek için hiç bir dayanağınız yoktur. Başka birini herşeyin sahibi
olarak tanıdıktan sonra sizin de aynı şeyler üzerinde hak iddia etmeniz
saçmadır. Eğer herşeyin sahibinin Allah olduğuna gönülden
inanıyorsanız bu inanç beraberinde iki şey getirir:
Birincisi, Allah herşeyin asıl sahibi olduğundan ve siz sadece onun
sahip olduklarının emanetçisi olduğunuzdan, onları O nasıl söylemişse
aynen öyle kullanmalısınız. Eğer başka türlü davranırsanız, emanete
ihanet etmiş ve Allah’ı kandırmış olursunuz. Ellerinizi ve ayaklarınızı
O’nun istemediği şeyler için kullanmaya ve onun hoşlanmadığı şeylere
bakmaya hakkınız yoktur. O’nun yasakladığı bir şeye heves
edemezsiniz. O’nun isteği dışında hiç bir toprak ya da mal üzerinde hak
sahibi olamazsınız. Size ait olduklarını düşündüğünüz karınız ve
çocuklarınız sadece size Allah tarafından verildikleri için sizindirler. O
halde onlara bile kendi isteğinize göre değil O’nun emrettiği biçimde
davranmalısınız. Eğer emirlerine muhalefet ederseniz, birer gaspedici
durumuna düşersiniz. Başkalarının mallarını gaspedenlere nasıl
namussuz derseniz, siz de Allah’ın size sunduklarına kendi malınız gibi
bakarsanız, kendi arzunuza veya Allah’tan başka birilerinin arzularına
göre kullanırsanız dürüst davranmış olmazsınız.
Eğer O’nun emirlerine göre hareket etmenin zorluğundan
yakınıyorsanız, o zaman bu gerçekten zor olur. Eğer hayatlar
kaybediliyorsa, bedenler inciniyor, aileler dağılıp mal ve mülkler zarar
görüyorsa siz niçin üzülüyorsunuz. Bütün bu kayıplar herşeyin gerçek
sahibinin iradesiyle gerçekleşmişse, bu zaten tamamen O’nun hakkıdır.
Ama elbette ki Efendinizin isteklerine karşı gelir ve onların zorluğundan
yakınırsanız şüphesiz ki O’nun malına zarar vermiş olacağınızdan suçlu
siz olursunuz. Bir örnek verelim: Hayatınızın sahibi siz değilsiniz. Eğer
onu efendinizin isteğine göre yaşar ve ölürseniz O’nun emrini yerine
getirmiş olursunuz. O’na karşı gelerek can vermek bir suçtur.
İkinci olarak, eğer O’nun tarafından verilmiş bir şeyi O’nun yolunda
harcıyorsanız bu ne Allah’ın ne de bir başkasının iyiliği içindir.
Herşeyden vazgeçip emrettiklerinin hepsini yapabilir, hatta sizin için
çok değerli olan hayatınızı O’na adayabilirsiniz, fakat bütün bu
yapılanlar O’nun iyiliği için değildir. Bütün yaptığınız O’nun size
verdiklerine karşılık sizin O’nun emirlerini yerine getirmenizdir. Bu
alkışlanması gereken, övünülecek bir başarı mıdır? İnsanlar kendilerine
yapılan bir iyiliğin karşılığını verdiklerinde ödüllendirilmeli midirler?
Unutmayın ki gerçek bir Müslüman, Alllah yolunda sarfettiği hiç bir
şeyle ve O’nun için yerine getirdiği hiç bir görevle övünmez. Tam
tersine alçakgönüllü davranır. Övünme ve gurur iyi davranışları yok
eder. Ödüllendirilmeyi bekleyen ya da bunun için yararlı işler yapan bir
kişi, Allah’ın ödülünden mahrum kalır: “Ödülünü bu dünyada aradı,
fakat o zaten ödüllendirilmişti.”
Kardeşlerim! Efendiniz tarafından size bağışlanan olağanüstü bir
iyilik düşünün. Sizden aslında kendisine ait olan şeyleri istiyor ve bunun
karşılığını da ödeyeceğine söz veriyor. Bu ne sınırsız bir cömertliktir!
Şüphesiz ki Allah, inananlardan nefislerini ve mallarını-onlara Cenneti vermek
karşılığında- satın almıştır. (Tevbe, 9/111).
İşte Allah’ın iyiliği bu kadar büyüktür. Şimdi kendi davranışlarınıza
bakın. Siz O’nun satın almış olduğu şeyleri tekrar başkalarına
satıyorsunuz. Ve bu değerli şeylere biçtiğiniz fiyat da o kadar komik ki!
“Alıcılar” Allah’a karşı gelmenizi sağlıyorlar. Siz de hayatınızın
devamını sağlayanlar onlarmış gibi onlara hizmet ediyorsunuz.
Beyinlerinizi, bedenlerinizi ve bu isyancıların almak istedikleri ne varsa
herşeyinizi onlara satıyorsunuz. Bundan daha ahlaka aykırı birşey
olabilir mi? Satılmış bir şeyi yeniden satmak bu dünyada bile yasal ve
ahlaki bir suçtur. Suçluları mahkemelerde hile ve dolandırıcılıktan
yargılanırlar. Allah’ın mahkemesindeki yargıdan kaçabileceğinizi mi
düşünüyorsunuz?

KELİME-İ TEVHİD NİÇİN EŞSİZDİR?
Müslüman kardeşlerim!
İslâm’ın temelini oluşturması sebebiyle şimdi kelime-i tevhidin
anlamı ve kapsamı hakkında biraz daha düşünelim. Ona inanır ve onun
gücüyle İslâm’a girersiniz; onu bütünüyle anlar, hayatınızı ona göre
şekillendirir ve gerçek Müslümanlar olursunuz. O olmadan ne İslâm’a
girebilirsiniz ne de Müslüman kalabilirsiniz.
Allah onu kelime-i tayyibe, gönül alıcı güzel ‘söz’ olarak adlandırır
ve şöyle açıklar:
Allah’ın bu güzel sözü nasıl meydana getirdiğinin farkında değil misiniz? O, sımsıkı
kök salmış ve dalları cennete uzanan güzel bir ağaca benzer. Yaratanın izniyle her an
meyve verir. Allah kendileri hakkında düşünmeleri için insanlara ibret verici hikâyeler
gösterir. Ve kelime-i kabihin (kötü söz) hikâyesi de çürük bir ağacınkine benzer -
kökünden sökülmüştür ve devamlılığı yoktur. Allah sağlam sözü seçenlere bu
dünyadaki ve öbür dünyadaki hayatlarında güç verir ve yanlış yapanları engellemez.
Çünkü O her istediğini yapar. (İbrahim, 14/24-7).
Kelime-i tayyibe burada Allah’ın emriyle her zaman bereketli
meyveler sunmaya devam eden, kökleri yeryüzüne sıkı sıkıya bağlanmış
ve dalları gökyüzüne uzanan soylu bir ağaca benzetilmiş. Kelime-i
kabih ise onun karşısında kökleri sağlam bir temele tutunmadığından
kolayca sökülüp alınabilecek fakir, sığ bir toprakta kendi kendine
yetişmiş bir bitki gibi, kötü ya da aslı bozulmuş bir kelime, yanlış inanç
ve temeli olmayan bir söz gibi görülmüş.
Bu benzetme o kadar güzel ve ilgi çekicidir ki üzerinde düşündükçe
alınacak yeni bir ders çıkar.
İki cins ağaç düşünün. Meşe ağacına bir bakın. Kökleri toprağa nasıl
sıkı sıkıya tutunmuş, boyu nasıl yücelere erişmiş, geniş dalları üzerinde
ne kadar güzel yapraklar yetişmiştir. Bu ağaç böyle bir güce ve ihtişama
nasıl sahip olabildi? Sebep, meyvesi olan meşe palamudunun
yaradılışındadır. Büyük ağaç olması için tohumunda doğuştan gelen bir
hak vardır. Ve bu hak o kadar belliydi ki, talepte bulunduğu zaman
toprak, su, hava, sıcak gün ve serin gece, yani ihtiyaç duyduğu her
madde ona istediği her şeyi vermeyi kabul etti.
Böyle ulu bir ağaç olma meziyeti, yararlı meyveler vermesi ve
yüceliğindeki asaletle muazzam bir ağaç olmayı hakettiğini gösterdi ve
birleşerek ona yardım eden yerin ve göğün güçleri haklı çıktılar. Dahası,
yardım etmek onların göreviydi çünkü toprağın, suyun, havanın ve
diğerlerinin sahip oldukları besleme, geliştirme ve olgunlaştırma gücü
onlara soylu ağaçlara yardım etmeleri amacıyla verildi.
Fakat kendi kendine yetişen vahşi otlar ne olacak? Güçsüz ve
meziyetsiz olduklarından, kökleri toprağa iyi tutunamadığından bir
çocuk tarafından bile koparılabilirler. O kadar güçsüzdürler ki rüzgârla
bile solabilirler. Dokunduğunuz zaman dikenleri batabilir. Eğer tadına
bakarsanız acı ve zehirli olabilirler. Hergün bunlar gibi kaç tanesinin
tomurcuklanıp kaç tanesinin solup gittiğini sadece Allah bilir. Peki niçin
böyleler? Sebep şu ki onlar meşe palamudunun sahip olduğu ve meşe
ağacının büyümesine izin veren o hakka sahip değildirler.
Soylu ağaçlar olmadığı zaman toprak, yaradılışı gereği kendini
nadasa bırakmaz ve çalıların, işe yaramaz otların büyümesine izin verir.
Su besin, hava da enerji verir fakat hiç biri bu bitkilerin varlık hakkını
meşe ağacınınkini kabul ettikleri gibi kabul etmezler. Bu yüzden ne
toprak derinlere kök salmaları için onlara yardım eder; ne su gelişmeleri
için onları gönülden besler; ne de hava yardımcı olmaya isteklidir. Bu
yüzden bu fakir kaynakla, bu bitkiler sağlıksız, lezzetsiz, genellikle
dikenlere ve zehirli meyvelere sahip olarak yetişirler. Bu da gösterir ki,
yeryüzü ve gökyüzü bu tür bitkilerin yetişmesine yardım etmek için
yaratılmamıştır.
Şimdi bu iki örneği karşınıza alın ve kelime-i tayyib ile kelime-i
kabih arasındaki farkı etraflıca düşünün.
Kelime-i tayyib gerçek bir “kelime”dir; o kadar gerçektir ki bütün
dünyada ondan daha gerçeği bulunamaz; tıpkı Allah’ın bütün evrenin
tek ilahı olduğu gibi. Yerdeki ve göklerdeki her şey buna tanıklık eder.
İnsanlar, hayvanlar, ağaçlar, taşlar, kum taneleri, çağlayan ırmaklar,
parlayan güneş -bunların içinde Allah’tan başka biri tarafından
yaratılmış, hayatını başka birinin yardımıyla sürdüren ve Allah’tan
başkasının yok edebileceği herhangi bir nesne var mıdır?
Bütün evren Allah tarafından yaratılmıştır ve hayatı ve devamlılığı
O’nun merhametine bağlıdır; tek efendi ve yönetici Allah’tır. Ve siz “Bu
dünyadaki hâkimiyet sadece Allah’a aittir” dediğinizde, göklerdeki ve
yerdeki herşey size “Doğru söyledin. Buna hepimiz tanığız” der. O’nun
önünde eğildiğinizde evrendeki herşey sizinle birlikte eğilir, çünkü
herşey ona ittat eder. O’nun emirlerine uyduğunuzda dünyadaki her şey
aynısını yapar. O’nun yolunda giderken yalnız değilsinizdir. Aslında,
göklerin ve yerin orduları sizinle birliktedirler: gökteki güneşten, en
küçük bir kum tanesine kadar herşey onun döşediği yoldan giderler.
O’na güvendiğinizde önemsiz bir güce değil, kâinatın efendisinin
gücüne güvenmiş olursunuz.
Kelime-i tayyibe inanan ve hayatını ona göre şekillendiren birini,
yerin ve göklerin bütün güçlerinin destekleyeceğini şimdi
anlayabilirsiniz. O kişi bu dünyadaki ve öbür dünyadaki hayatlarında
bolluk içinde olacaktır. Bir an için bile yenilgi ve kayba uğramayacaktır.
Bu, Allah’ın başta belirttiğim ayetinde de açıkça söylendiği gibi kelimei tevhid kökleri toprağa sıkıca bağlı, dalları gökyüzüne uzanan ve
Allah’ın izniyle sürekli meyve veren bir ağaca benzer.
Buna karşılık, kelime-i kabihin anlamı nedir? Bu, ya Allah yok
demektir ya da O’nun ilahi gücünü paylaşan başka biri var demektir. Bir
düşünün, bundan daha azılsız ve boş bir düşünce olabilir mi? Dünyada
bunun herhangi bir kanıtı var mı? Bir ateist Allah’ın olmadığını söyler
fakat yardeki ve gökteki herşey onu yalanlar: “Hepimiz gibi seni de
Allah yarattı ve bu talihsiz sözleri söyleyen dili de sana O verdi.” Bir
putperest ise Allah’a ve ilahi gücüne ortak koşarak başka tanrıların da
yaşama gücü verdiğini; onların da herşeyin üzerinde güçleri olup
kaderlerimizi belirleyebileceklerini; fayda sağlayıp zarar
verebileceklerini; dualarınızı dinleyip kabul edebileceklerini;
korkulmayı ve güvenilmeyi hakettiklerini; Allah’ınkilerin yanısıra
onların buyruklarına, emirlerine ve kanunlarına da uyulması gerektiğini
söyler. Ancak yerdeki ve göklerdeki herşey bu iddianın kesinlikle bir
yalan ve gerçeğe tamamen aykırı olduğunu kanıtlar.
Şimdi düşünün, böyle asılsız bir düşünceye inanan ve ona göre bir
hayat süren birisi bu dünyada ve ahirette nasıl refah bulur. Allah bu gibi
insanlara acımış ve onlara belirli bir süre daha hayatlarını devam
ettirmeleri için izin vermiştir. Doğa ise onları bir süre için besleyecek
fakat bunu hakettikleri için yapmayacaktır. Çünkü bu insanlar biraz
önce bahsettiğim, kendiliğinden yetişmiş çalılara ve işe yaramaz otlara
benzerler.
Aynı tezat meyveler arasında da vardır. Kelime-i tayyib tatlı meyveler
verir: dünyada barışı kurar. İyiliği, gerçekliği ve adaleti hâkim kılar ve
insanlar bundan faydalanır. Fakat kelime-i kabih gibi günahkâr bir
kökten nasıl bir ağaç yetiştirebilirsiniz? Büyüdükçe dikenli dallar
sürgün verir; damarlarından zehir akar. Böyle dallarda acı ve zehirli
meyvelerden başka birşey yetişmesine imkân var mıdır?
Küfrün, putperestliğin ve maddeciliğin hâkim olduğu yerlerde neler
olduğunu kendi gözlerinizle görebilirsiniz: insanoğlu kendi kendisinin
yıkıcılığı altında eziliyor. Devamlı savaş hazırlıkları yapılıyor. Nükleer
silahlar ve zehirli gazlar üretiliyor. Devletler, yok etmek için birbirlerine
saldırıyorlar. Güçlü olanlar güçsüz olanların elinden ekmeğini alıyor,
ordu ve polisle onları sindirerek hapis ve ölümle tehdid ediyorlar.
Güçsüzler hiç bir yerde güçlülerin baskısından kaçamıyorlar.
Bireylere gelince, onların ahlakları da şeytanı bile utandıracak kadar
bozulmuş. İnsanlar artık hayvanların bile yapmaya çekindiği şeyleri
yapıyorlar. Zengin, fakiri kandisine hizmet etmeye mecbur bir köleymiş
gibi çalışmaya zorlayarak, faiz alarak ve sömürerek onun kanını emiyor.
İnsan haysiyeti ve hakları ayaklar altına alınıyor. İnsanlar fiziksel
zevklerine bir engel koymadıklarından kürtaj yaygınlaşmıştır. Eş
değiştirme bile yapılmaktadır.
Bu yüzden kelime-i kabih bitkisi nerede ve ne zaman yetişirse
yetişsin dallarının dikenli, meyvelerinin acı ve zehirli olması sizi
şaşırtmasın. Bu iki sözden bahsettikten sonra Allah şöyle söyler:
Bu yüzden Allah, güçlü sözü seçenlere bu dünyadaki ve ahiretteki hayatlarında güç
verir ve yanlış yapanların yoldan çıkmalarını engellemez. (İbrahim, 14/27).
Yani Allah, kelime-i tayyibe bağlananlara bu dünyada ve ahirette
kuvvet ve dayanma gücü verecektir. Buna karşılık kelime-i kabihe
bağlananların çabalarını boşa çıkaracaktır. Bu dünyada ve öbür
dünyada, karşılığını alacakları hiç bir iyi iş yapmayacaklardır.
Kelime-i tayyib ile kelime-i kabih arasındaki farkı ve getirdikleri
sonuçları duydunuz kardeşlerim. Şimdi diyeceksiniz ki, biz kelime-i
tayyibe inanıyoruz fakat neden inançsızlar kadar gelişmiş değiliz.
Bu soruya cevap vermek zorundayım ve vereceğim. Ama sözlerime
tepki göstermeden önce doğru söyleyip söylemediğimi kalplerinize
sormanızı istiyorum. İlk önce kelime-i tevhide inandığınız doğru
değildir. Ona inanmak sadece söylemek değildir. O kalbinizde kök
salmalı, zıt görüşleri etkisiz kılmalı, karşı davranışları engellemelidir.
Allah adına söyleyin kardeşlerim bunları gerçekleştirebiliyor
musunuz? Fikirleri kelime-i tayyibe tamamen zıt olan yüzlerce
putperest aranızda yaşamıyor mu? Allah’tan başka nesneler önünde
başları eğilenler, onun dışındaki güçlerden korkanlar Müslümanların
kendileri değil mi? O’ndan başka kimselerden yardım ve destek
beklemiyorlar mı? Şeriata değil, geleneksel kurallara uyulan
mahkemelere gitmiyorlar mı? Ufak bir maddi çıkar uğruna Allah’ın
yasalarını çiğnemekte tereddüt etmeyen, Allah’ın gazabından değil de
inançsızların öfkesinden korkan insanlar yok mu aramızda? Kâfirleri
memnun etmek için ellerinden geleni yaparlarken Allah’ın yasalarını
uydurma sayarak O’nun isteklerini yerine getirmeye hiç yanaşmayanlar
yok mu?
Bütün bunlar gerçek değilse Allah için söyleyin. Ve eğer gerçekse
kelime-i tayyibe inandığınız halde gelişememekten yakınmanız için
haklı bir gerekçeniz var mıdır? Önce kelime-i tayyibe inanmalı, sonra
da çizdiği yaşam düzenine uymalısınız. Eğer hâlâ hayatlarınız o, toprağı
kökleriyle derinden kavrayan ve bereketli dalları gökyüzüne uzanan
ağaçlarınkine benzemiyorsa o zaman Allah’ın size tutmadığı sözler
verdiğine inanabilirsiniz.
Kelime-i kabihe inananların bu dünyada refah içinde oldukları ise
yanlıştır. Gerçek şu ki bu insanlar ne gelişmiş ne de gelişmekteler. Siz
onların aşırı servetine, lüks mallarının çokluğuna ve dıştan görünen
parlaklıklarının ihtişamına göre bir yargıya varıyorsunuz. Maddi
gelişmişlik gerçek gelişmişlik değildir. Kaç tanesinde iç huzuru
olduğunu onların yüreklerine sorun. Çünkü lüks içinde yaşasalar bile
yüreklerinde, onları yoran, üzen bir cehennem ateşi yanar. Allah’ın
yasalarına itaatsizlik, evleri nasıl cehenneme çevirmiştir? Avrupa’da ve
Amerika’da intiharlar ve boşanmalar niçin böylesine çoğalmaktadır?
Katliamlar, doğum kontrolü ve kürtajlarla insan nesli nasıl
azalmaktadır? Uyuşturucular ve alkol yüzlerce insanın hayatını nasıl
mahvetmektedir? Çeşitli ülkeler ve sınıflar arasındaki ekonomik
gelişme ve pazar hâkimiyeti için verilen korkunç uğraşın nasıl
çığırından çıktığına bir bakın. Kıskançlık, ihanet ve düşmanlık insanları
birbirleriyle nasıl savaştırıyor? Meslekler arasındaki çılgın rekabet
hayatı pek çok insan için nasıl acımasız bir hale getiriyor? Ve bugün
uzaktan bakılınca cennet gibi gözüken o kocaman görkemli şehirler,
sefalet içinde yüzen yüzlerce ve binlerce insan barındırıyor. Buna refah
diyebilir misiniz? İmrenerek aradığınız şey bu mu?
Kardeşlerim! Allah’ın sözlerinin gerçek dışı olamayacağını sakın
unutmayın. İzlediğiniz zaman sizi bu dünyada başarıya ve öbür dünyada
mutluluğa götürecek olan kelime-i tayyibden başka kelime-i tevhid
yoktur.

KELİME-İ TEVHİDE NİÇİN İNANMALIYIZ?
Müslüman kardeşlerim!
Kelime-i tevhide niçin inanmalıyız? İnanmak bize ne gibi bir fayda
sağlayacaktır? şimdi bu önemli sorunun cevabını bulmaya çalışalım.
Yaptığımız her işi somut bir yarar sağlamak için yaparız. Kendimize
göre bazı amaç ve ihtiyaçlarımız olmadan hiç bir şey yapmayız. Niçin
su içersiniz? Çünkü susuzluğunuzu giderir. Eğer su içmek
susuzluğunuzu gidermiyorsa yeniden susadığınızda su içmezsiniz. Niçin
yemek yersiniz? Çünkü açlığınızı gidermek ve yaşamak için güçlü
olmak zorundasınız. Yemekle yememek arasında bir fark yoksa, doğal
olarak yemek yemenin faydasız bir iş olduğunu düşünürsünüz.
Hastalandığınızda niçin ilaç alırsınız? Çünkü hastalıktan kurtulup,
tekrar sağlığınıza kavuşmak istersiniz. Fakat eğer işe yaramıyorsa ilaç
almayı derhal bırakırsınız. Toprağı işlemek için niçin bu kadar çok
çalışırsınız? Çünkü ekinler, meyve ve sebzeler böylelikle üretilebilirler.
Fakat eğer tohum ektikten sonra hiçbir şey yetişmiyorsa, bir daha tarlayı
sürmek, tohum ekmek ve sulamak için kendinizi yormazsınız.
Yani yaptığınız her işin görünür bir sonucu vardır. Eğer sonuca
ulaşabilmişseniz, işi verimli, ulaşamamışsanız verimsiz olarak kabul
edersiniz.
Şimdi bunu aklımızda tutarak şunları soralım: Kelime-i tevhid niçin
ezberlenmelidir? Müslüman’la kâfir arasındaki farkı belirlemek için
diyeceksiniz. Peki bu farkın niteliği nedir? Bu kâfirin bir başı, iki gözü
varken, Müslüman’ın iki başı, dört gözü olması mı demektir? Hayır, asıl
fark ikisinin yaşayışlarının sonucunda yatar. Bir kâfirin hayatının
sonunda başarısızlık vardır: Allah’ın merhametinden yoksun kalacak bu
dünyada ve ahirette başarısız olacaktır. Bir Müslüman’ınkinde ise başarı
vardır: o, Allah’ın takdirini kazanacak, mutlu ve saygı değer olacaktır.
Bu cevap doğrudur. Fakat şimdi de öbür dünyanın niteliğinin ne
olduğunu düşünün. ahirette başarısız olmak ya da başarılı ve saygıdeğer
olmak ne demektir?
Peygamber’in, “Bu dünya ahiret için bir hazırlıktır” sözü birinci soru
için cevap aramamıza gerek bırakmıyor. Bu dünya ve ahiret iki ayrı
dünya değil birbirine bağlı kesintisiz bir süreçtir. Bu süreç bu dünyada
başlayıp ahirette sona erer. İkisinin arasındaki ilişki ekin ve onun bakımı
arasındaki ilişkiye benzer. Toprağı sürer, tohumları eker, sular ve ekinler
yetişene kadar toprağı koruyup gözetirsiniz.
Elbette ki ne ekerseniz onu biçersiniz. Buğday ekerseniz buğday,
diken ekerseniz diken yetiştirirsiniz. Hiç bir şey ekmezseniz hiç bir şey
yetiştiremezsiniz. Toprağı sürerken, tohumu ekerken, sularken ve
gözetirken yapacağınız bir hatanın etkisi ekin biçme zamanında
görülecektir. Fakat bütün gerekli hazırlıkları en iyi şekilde yapmışsanız
ürün toplama zamanında ödülünüzü alırsınız.
İşte bu dünyanın ve öbür dünyanın durumları da böyledir. Bu dünya
işlenecek toprak gibidir. İnsan bu dünyaya kendisi için, kendi
çabalarıyla ve çok çalışarak ekin yetiştirmesi için gönderilmiştir. Bu
görevi yerine getirmesi için ona belirli bir süre tanınmıştır -doğumdan
ölüme kadar-. Bu dünyada ekilen ölümden sonraki yaşamda biçilir ve
elde edilen mahsul kişinin ahiretteki dayanağıdır. Eğer bu dünyadaki
tarlanıza hayatınız boyunca iyi şeyler ekmiş ve iyi sulayıp özenle
gözetmişseniz bu emekleriniz öbür yaşamınızda size güzel bahçeler
olarak geri dönecektir. Bu dünyadaki hayatınız boyunca özenle
yetiştirdiğiniz bahçelerin meyvelerini orada toplayacak ve artık
çalışmak zorunda kalmayacaksınız. Bu cennettir, bu başarıdır, ahiretteki
ödüldür.
Buna karşılık, bu dünyadaki hayatınızda diken ekerseniz acı ve
zehirli bitkiler yetiştirirsiniz ve gelecek hayatınızda da aynı şeyleri
biçersiniz. Size, ne iyi ekin yetiştirebilmeniz için ikinci bir şans
verilecektir, ne de kendinizi bu kötü ürüne alıştırmaktan başka bir
seçeneğiniz olacaktır. Yetiştirdiğiniz dikenlerin üzerinde yatmak, acı,
zehirli meyveleri yamek zorunda kalacaksınız. İşte bu ahirette perişan
ve başarısız olmak demektir.
Ahiretin aynı tarifi Kur’an’da ve hadislerde de vardır. Bu da gösterir
ki bir insanın ölümden sonraki hayatında başarılı ya da başarısız olması,
bu dünyadaki bilgi ve davranışlarının yerinde olmasına bağlıdır.
Yani ahirette Müslümanlarla kâfirler arasındaki fark, onların bu
dünyadaki yaşayış tarzlarındaki farkla belirlenecektir. Bir Müslüman’la
kâfirin bu dünyadaki bilgi ve davranışlarında bir değişiklik olmadıkça
ahiretteki mevkilerinde de bir değişiklik olmayacaktır. Eğer bir
Müslüman bir kâfirin uğradığı akıbete uğramıyorsa, bilgi ve
davranışlarının aynı olması imkânsızdır.
Daha önce kelime-i tevhidi söylemedeki amacın bir kâfirle bir
Müslümanın ölümden sonraki akıbetlerinde farklılık yaratmak olduğunu
söyledik. Şimdi akıbetin ve ahiretin özelliklerini biraz daha açıklayarak
cevabımızı genişletelim. Kelime-i tevhidi ezberlememizdeki amaç
doğru bilgi ve davranışları bu dünyada yerleştirmek ve böylece öbür
dünyada mutluluğa erişmektir. Tevhid bize, ahirette meyvelerini
toplayacağımız ağaçları bahçemize dikmeyi öğretir. Eğer ona
inanmazsak bahçemizi nasıl eker, ahirette meyveleri nereden toplarız?
Eğer bilgilerimizi düzeltmez ve kâfirler gibi yaşamaya devam edersek
sadece söylemekle sonucu değiştiremeyiz.
Düşüncelerimizi ve yaptığımız işleri değiştirmesine izin vermeden
sadece sözle takrarlamanın faydasız olacağını kabul etmez misiniz? Bu
durumda kaderlerimizin kâfirlerinkinden daha değişik olması için hiç
bir sebep yoktur. Sadece şehadet getirmekle Allah’tan bir şey isteme
hakkına sahip olamayız. Eğer bahçemize nasıl fidan dikeceğimizi
öğrenmez, onun yerine hayatımız boyunca diken dikersek, öbür
dünyada meyvelerle dolu bir bahçe devralmayı bekleyemeyiz. Bir iş
yaptığınızda ve yapmadığınızda aynı sonucu elde ediyorsanız hiç bir şey
yapmamanız doğaldır. Eğer hastanın durumu ilacı aldıktan sonra
değişmiyorsa o ilaç, ilaç değildir. Aynı şekilde kelime-i tevhidi okuyan
birisinin bilgisi ve davranışları okumayan birisiyle aynıysa bu okumanın
hiç bir anlamı yoktur. Eğer bu dünyada Müslümanlar’la kâfirlerin
yaşayışlarında bir değişiklik yoksa, ahirette nasıl olabilir?
O zaman kelime-i tayyibin bize verdiği bilginin özelliği nedir? Bu
bilgiyi edindikten sonra bir kâfir ile bir Müslüman arasında ne gibi bir
değişiklik meydana geliyor?
Bir: Allah’a teslimiyet. Kelime-i tevhidden öğrendiğiniz ilk şey
sadece ve sadece Allah’ın kulları olduğunuzdur. Bu büyük gerçeği iyice
anladıktan sonra, bu dünyada kulları olduğunuz varlığın iradesine göre
yaşamak zorunda olduğunuzu zaten kavrayacaksınız. Çünkü böyle
yapmamak Allah’a isyan anlamına gelir.
İki: Peygamber’e itaat. Kelime-i tevhidden öğrendiğiniz ikinci şey
Hz. Muhammed’in, Allah’ın kulu ve elçisi olduğudur. Bunu öğrenir
öğrenmez anlayacaksınız ki zehirli bitkiler ve dikenler yerine, onun size
öğrettiği gibi bahçeler yeşertmek zorundasınız. Eğer bu yolu takip
ederseniz iyi ürün alırsınız; fakat ona karşı gelirseniz bu düyada diken
büyütür, ahirette de sadece diken biçersiniz.
Bu bilgiyi edindiğiniz zaman hareketlerinizin ona uygun olması
esastır. Eğer bir gün öleceğinize, ölümden sonra bir hayat olduğuna ve
bu ikinci hayatta sizi ayakta tutacak tek kaynağın bu dünyadan
ayrılmadan önce yetiştirdiğiniz ürünler olduğuna inanıyorsanız,
Peygamber, tarafından gösterilen yoldan sapmanız hemen hemen
imkânsızdır. Bu dünyadaki toprağınızı niçin işlersiniz? Çünkü bunu
yapmazsanız ürün alamazsınız ve açlıktan ölürsünüz. Eğer bundan emin
olmasaydınız, ya da size toprağı sürmeden ürün alabilmeyi öğretselerdi
ya da açlığınızı ekin olmadan da giderebilseydiniz, toprağı ekme
zahmetine girmezdiniz. Bir başka deyişle bilgileriniz doğrultusunda
hareket edersiniz.
Kelime-i tevhidin hayatınızdaki durumunu da aynı şekilde
değerlendirin. Allah’ı ilahınız, Peygamber’i, de O’nun elçisi olarak
kabul ettiğinizi öne sürüyorsunuz. Ölümden sonraki hayata da derin
inancınız var. O zaman neden Kur’an’ın öğretilerine ve Peygamber’in
sünnetine karşı davranışlar içindesiniz. Bu çelişkiler zayıf bir inancın
sonucudur. Eğer ahiretteki kaderinizin bu dünyadaki davranışlarınıza
bağlı olduğuna inanıyorsanız, Allah’ın sizden yaşamanızı istediği
hayatın kurallarına karşı asla kayıtsız kalamazsınız. Ancak diken
ektiğine ve bu dikenlerin ona zararı dokunacağına gerçekten inanmayan
biri böyle davranabilir. Kızgın korları elinizi yakacağını bile bile asla
tutmazsınız. Sadece çocuklar ellerini ateşe sokarlar, çünkü ne olacağını
bilmezler.

2.İSLÂM
İSLÂM, KAYITSIZ ŞARTSIZ TESLİMİYET

Kardeşlerim!
Kendimizi Müslüman olarak adlandırabilmemiz için uyum
sağlamamız gereken koşulları en aza indirmeye çalışalım ki yapmamız
gereken şeyler de o kadar azalsın.
Herşeyden önce önemli bir konuyu hatırlamalısınız: küfür nedir ve
İslâm nedir? Küfür Allah’a itaat etmeyi reddetmek demektir ve İslâm da
tamamen Allah’a teslim olmak , onun yol göstericiliğine karşı olan
fikirleri, kanunları ve kişileri reddetmek demektir. İslâm ve küfür
arasındaki bu zıtlık Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Allah diyor ki:
Allah’ın indirdiği hükümler ile yargılamayanlar kâfirlerdir.(Maide, 5/44).
Burada “yargılama” kelimesiyle sadece mahkemedeki yargılama
kastedilmemiştir. Aynı zamanda günlük yaşamda vermek zorunda
olduğumuz kararları da kapsamaktadır. Bir şeyleri yapmaya ya da
yapmamaya, değişik durumlarda nasıl davranmanız gerektiğine her
zaman karar vermek zorundasınız.
Her durumda karar vermenin bir yolu Allah’ın kitabına ve
peygamberin sünnetine başvurmak; diğer yolları ise arzularınıza,
topluma ve kültüre ya da insan yapısı kanunlara başvurmaktır. Eğer
Allah’ın kurallarını önemsemez ya da karşı çıkarsanız, eğer hayatınızı
başka kurallara göre yönlendirirseniz, o zaman Küfür yolunu takip
ediyorsunuz demektir. Eğer bunu her zaman, hayatınızın her devresinde
yapıyorsanız o zaman tamamen kâfirsinizdir. Eğer bazı konularda
Allah’ın emirlerini yerine getirirken bazılarında da kendi isteklerinize,
topluma, insan yapısı kurallara uyuyorsanız itaatsizliğiniz ölçüsünde
küfür suçlusu olursunuz. Yarım, çeyrek ya da daha az, daha çok kâfir
olabilirsiniz. Daha basit açıklayacak olursak Allah’a karşı isyanınız
ölçüsünde küfre gidersiniz.
İslâm, kişinin Allah’a içinden gelerek ve kayıtsız şartsız
teslimiyetinden başka bir şey değildir. O, ne kendi kendisinin ne
atalarının, ne ailesinin ve milletinin, ne de herhangi bir yöneticinin,
generalin, liderin, mollanın, şeyhin ya da herhangi bir insanın kuludur.
O sadece Allah’ın kuludur. Allah şöyle diyor:
Ey Muhammed de ki: ‘Kitap ehli insanlar! Gelin hep birlikte bir cümlede birleşelim:
Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na şerik koşmayalım, Allah’tan başkasını ilah
edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse de ki ‘ şahit olun, biz Müslümanız.’ (Âli İmran,
3/64).
Ve devam ediyor:
Onlar Allah’ın dininden başka din mi arıyorlar? Halbuki bütün göktekiler ve yerdekiler
ister istemez O’na (bütün varlıklarıyla) teslim olmuşlardır ve O’na döndürüleceklerdir.
(Âli İmran, 3/83)
Burada temel bir özellik açıkça ve etkili bir şekilde anlatılıyor.
Gerçek din Allah’a bütünüyle itaat etmek ve teslim olmaktır. Allah’a
ibadet, günde beş kere O’nun önünde eğilmek demek değil, emirlerinin
her zaman yarine getirilmesi demektir. Yasakladıklarından kaçınmalı,
emrettiklerini yerine getirmelisiniz. Yaptığınız her işte Alah’ın
emirlerinin ne olduğunu araştırın. Gönlünüzün isteklerine, aklınızın
yargısına, büyüklerinizin ne yaptığına, ailenizin ve akrabalarınızın
seçimlerine, bazı insanların emirlerine ve isteklerine bakarak doğrunun
ve yanlışın ne olduğuna karar vermeyin. Allah’ın emirleri yerine bir
başkasının emir ve tavsiyelerine uyarsınız o insanı Allah’a ortak koşmuş
olursunuz. Bu da sadece Allah’a ait olan özellikleri ona da veriyorsunuz
demektir.
Ancak O, doğruyla yanlışı birbirinden ayırır. (Enam, 6/57).
Sadece O, sizi yaratan ve yaşamınızı devam ettirmenizi sağlayan
Allah ibadete layıktır. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’na itaat eder.
Hiç bir taş başka bir taşa, hiç bir ağaç başka bir ağaca, hiç bir hayvan
başka bir hayvana itaat etmez. Siz bu hayvanlardan, ağaçlardan,
taşlardan daha mı geridesiniz ki insanlara, Allah’ın önündeymişcesine
itaat ediyorsunuz? Bu Kur’an’ın özüdür, basit ve kesindir.
Niçin insanlar Allah’a itaatsizlik edip yoldan çıkarlar? Kur’an’a göre
bunun üç ana nedeni vardır? Birincisi kişinin kendi isteklerine boyun
eğmesidir:
Allah’ın yol göstericiliğini reddederek kendi isteklerine göre hareket edenler yoldan
çıkmışlardır. şüphesiz ki Allah yanlış yapanlara yol göstermez. (Kasas, 28/50).
Demek ki insanı yoldan çıkaran herşeyden daha çok kendi istek ve
arzularıdır. Çünkü kendi arzularına kul olan bir insan asla Allah’a
gerçek bir kul olamaz. Kendisine en çok dünyevi faydayı, şan ve şöhreti
ne getiriyorsa, ne hoşnut ediyor, zevk veriyorsa, rahatlık ve kolaylık
sağlayan neyse her zaman onları göz önünde bulundurur. Böylece
Allah’ın yasaklarına aldırmadan, amacına ulaşmak için gerekli olan
herşeyi yapar ve Allah’ın emri olsa bile, amacına ulaşmada ona yardım
etmeyecek hiç bir şey yapmaz. Böyle bir insanın ilahı Allah değil, kendi
benliği -nefs- ya da arzuları, kendi hoşlandığı ya da hoşlanmadığı -
heves- şeylerdir. Kur’an böyle birinin Allah’ın yol göstericiliğinden
nasıl faydalanacağını soruyor:
Kendi arzularını ilahlaştıranı gördün mü? Onları koruyacak mısın? Ya da çoğunun
mantıklarını kullanıp onun sesini dinlediklerini mi düşünüyorsun? Hayır, onlar aynı
hayvanlara benzerler; hayır belki onlar daha da sapıklıktadırlar. (Furkan, 25/43).
İnsanın kendi arzularının esiri olması, çayırda bir hayvan olmasından
daha kötüdür. Hiç bir hayvan Allah’ın belirlediği sınırları aşmaz. Her
hayvan kendisi için tayin edilenleri yer ve yapar. Fakat insan öyle bir
hayvandır ki kendini arzularına kaptırdığı zaman yaptığı işler şeytanı
bile ürpertir.
Yoldan çıkmanın ikinci sebebi de toplumun geleneklerini,
alışkanlıklarını, inançlarını, düşüncelerini ve kurallarını körükörüne
takip etmek, onları Allah’ın yol göstericiliğinden üstün tutmaktır. Böyle
bir insana Allah’ın emirleri hatırlatılsa bile o, toplumun onayladığı işleri
yapmakta ve ailesinin geleneklerini sürdürmeye devam etmekte ısrar
eder. Böyle bir hastalığı olan bir insan nasıl Allah’ın kulu olabilir?
Onun tanrıları toplum, aile ve çevresindeki insanlardır. Ben
Müslümanım demeye hakkı olabilir mi? Kur’an böylelerini şöyle
uyarıyor:
Ve onlara ‘Allah’ın size gönderdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar babaları akıllarını
kullanmadığı ve doğru yolda gitmediği halde ‘Hayır, biz babalarımız ne yaptıysa onu
yaparız’ derler. (Bakara, 2/170)
Ve onlara ‘Allah’ın gönderdiğine ve Peygamber’in getirdiğine uyun’ denildiği zaman
‘Babamızdan gördüğümüz bize yeter’ derler. Ya onların babaları bir şey bilmeyen ve
yollarını bulamayan kimselerse? Ey inananlar! Siz kendi kendinizden sorumlusunuz.
Eğer doğru yoldaysanız, yoldan sapan kimseler size bir zarar veremez. Hepiniz Allah’a
döneceksiniz ve O size bütün yaptıklarınızı bildirecek. (Maide, 5/104-105).
Her çağda insanlar gerçeği görememe hastalığına yakalanmışlardır.
Bu onları her zaman Allah’ın peygamberlerini izlemektan alıkoymuştur.
Hz. Musa insanları Allah’ın birliğine davet ettiği zaman onlar şunu
söylediler:
Sen bizi babalarımızın yolundan döndürmeye mi geldin. (Yunus, 10/79).
Hz. İbrahim arkadaşlarını Allah’a başka ilahları ortak koşmaktan
vazgeçirmeye çalıştığı zaman “Babalarımız da onlara tapıyorlardı.”
dediler. (Enbiya, 21/53)
İnsanlar her çağda peygamberlere “söylediklerin büyüklerimizin
alışkanlıklarına ters olduğundan kabul edemeyiz” diyerek kendilerini
haklı çıkarmışlardır:
Böylece sizden önce her ne zaman bir yere bir (ikaz eden) bir peygamber gönderdiysek,
zevk peşindeki insanlar ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, biz de onları takip ediyoruz’
dediler. Peygamber onlara ‘Ben size babalarınızdan kalma dininizden daha doğrusunu
getirecek olsam da yine babalarınızın yolunu mu tutarsınız?’ dedi. Ve onlar da ‘biz
senin getirdiğine inanmıyoruz!’ dediler. Biz de onlardan intikam aldık; doğruya yanlış
diyenlerin akıbetini görün! (Zuhruf, 43/23-25).
Allah insanlara, atalarını, toplumu, kültürü, ya da O’nun emirlerini
izleyebileceklerini söyler. Fakat ikisini birden izleyemezler. Eğer
Müslüman olmak istiyorsanız Allah’tan başka herşeyden vazgeçmeli,
O’nun emirlerine uymalısınız:
Onlara Allah’ın gönderdiğine uyun denilince ‘Hayır biz atalarımızdan ne gördüysek ona
uyarız’ dediler. Öyleyse onlar, şeytan onları alevli ateşin azabına çağırsa da gidecekler
mi? Kim iyilik ederek varlığını Allah’a teslim ederse, bir insanın sarılabileceği en
sağlam kulba sarılmış olur. İşlerin sonu Allah’ındır. İnananmayanların inançsızlıkları
seni üzmesin. Onların dönüşü bizedir ve biz onlara işlediklerini haber verceğiz.
(Lokman, 31/21-23).
Üçüncü sebepse Allah yerine diğer insanlara itaat etmektir. Bu nasıl
olur? Büyük düşünür sandığımız kimsenin her sözüne inandığımız
zaman, onun geçim kaynaklarımızı kontrol ettiğine, onları bizden alma
gücüne sahip olabildiğine veya dilediği herşeyi bize verebileceğine
inandığımız zaman, bize istediği her şeyi yapabilme yetkisine sahip
olduğunu düşündüğümüz zaman ya da isterse bir bedduasıyla bizi
mahvedip isterse cennete göndereceği sabit fikrine kapıldığımız zaman
ya da daha ileri, modern ve gelişmiş gördüğümüz bazı toplumların
ardından gitmeye karar verdiğimiz zaman olur. Bu çeşit hareketlerde
bulunursak Allah’ın ilahi kapısı kapanır.
Eğer böylelerine uyarsanız, sizi Allah’ın yolundan çıkarırlar. (En’am, 6/116).
Sadece bir tek Allah’a ve yol göstericiliğine inanırsak doğru yoldayız
demektir. Bazen birine, bazen diğerine itaat ettiğimiz sayısız
tanrılarımız olursa bu yolu nasıl buluruz?
İşte sizi yoldan çıkarabilecek üç ana sebep: kişinin kendi kendisine
tapması ya da arzuların sınırsız tatmini; toplumsal düzen ya da
toplumun, ülkenin, ailenin geleneklerini körükörüne izlemek; insanlara,
özellikle zamanın yöneticilerine, zengin ve sahte dindarlara hizmet
etmek.
Gerçek Müslümanlar olmak istiyorsanız bu üç yanlışın sizi
yönetmesine izin vermeyin. Bunları yüreğinizde taşıdıkça Allah’ın
kulları olamazsınız. Sadece günde birkaç kere namaz kılarak, gösteriş
için oruç tutarak, Müslümanlar gibi giyinerek yalnızca çevrenizdekileri
ve kendinizi kandırırsınız ama Allah’ı asla.
Bu üç yanlışın esiri olmak şirktir. Tuğladan ve harçtan yapılmış olan
tapınakları yıkmış, içindeki taş putları kırmış olabilirsiniz ama
kalbinizdeki tapınaklarla çok az ilgileniyorsunuz. Müslüman olmak için
önkoşul asıl bu putları yıkmaktır.
Bu bütün dünyadaki Müslümanlar içn geçerlidir. Eminim ki
çektiğiniz bütün sıkıntıların sebebi taptığınız bu putlardır. Pencaplı
kardeşlerime şunu özellikle belirtmeliyim ki acılarının ve küçük
düşmelerinin kaynağı bu üç şeydir. Bu dünyada on beş milyon
müfusumuz var. Buna rağmen hiçbir itibarımız yok. Bazı topluluklar
çok daha düşük nüfuslu olmalarına rağmen daha fazla etkileri var.
Peki sebep nedir? Sadece kendimize, aile geleneklerine ve diğer
insanlara köle oluşumuz içimizdeki gücü çürütüyor.
Şimdi kendimize bakalım. Rajputlar, Cakarlar, Moğollar ve Catlar
gibi biz de aramızda sınıf farkı yarattık. İslâm bütün bu etnik gruplardan
tek bir ümmet olmalarını, harçla birbirine tutunmuş tuğlalardan oluşan
sağlam bir duvar gibi uyum içinde birleşmelerini istemiştir. Fakat biz
hâlâ putperest inançlara sarılıyoruz. Hintlilerde nasıl sınıf farkı varsa biz
de öyle parçalanmışız. Müslümanların yapması gerektiği gibi
milletlerarası evlilik yapmıyoruz. Aramızda kardeşlik bağları yok. Sözle
birbirimize İslâm kardeşleri desek de, gerçekte bütün bu farkılıkların
İslâm’dan önce geldiğinin farkındayız.
İşte bu farklıklar sağlam bir duvar oluşturmamızı engelliyor. Her
tuğla birbirinden kopuk. Ne birlikte yükselebiliyor, ne de güçlüklere
birlikte karşı koyabiliyoruz. Eğer bu engelleri yıkıp, İslâm’ın
öğrettiklerine göre yeniden tek vücut olmamız istenirse cevabınız ne
olacak? Peygamberlere karşı gelenler gibi “Atalarımızdan devraldığımız
geleneklerimizden vazgeçemeyiz” mi diyeceksiniz? Ve bu inatçılık
karşısında Allah’ın cevabı da “Geleneklerinizi parçalamak ve Hint
ayinlerinden vazgeçmek zorunda değilsiniz ama biz sizi, ne kadar
kalabalık olursanız olun, parçalayıp utanç içinde bırakacağız.” olacaktır.
Biraz daha inceleyelim: Allah, oğullarınızın ve kızlarınızın sizin
mirasçılarınız olmalarını emretti. Buna da “Hayır, bizim atalarımızın
geleneklerinde sadece erkek evlat mirasçı olma hakkına sahiptir. Biz
Allah’ın kuralları yerine atalarımızın kurallarını takip edeceğiz” mi
diyeceksiniz? Allah aşkına söyleyin İslâm bu mudur? Bu geleneksel
kuralı bırakmanız istendiğinde de diğerlerinin de bırakmasını şart
koşuyorsunuz. Çünkü eğer diğerleri mallarını kızlarıyla paylaşmazsa, o
kızlarla evlenen oğullarınız zararlı çıkacaklar. Bu durumun ne anlama
geldiğini düşünün. Allah’ın emirlerine diğerlerinin de uyması şartıyla
mı uyacağız. Bir süre sonra onlar yapıyor diye zina yapmaya, onlar
çalıyor diye hırsızlık yapmaya da başlarız. Ve gün gelip onlar bu işleri
bıraktığında biz hâlâ devam ediyor oluruz.
Sınıf ayrımcılığını ve veraset geleneklerinizi devam ettirdiğiniz
sürece biraz önce bahsettiğimiz üç puta tapıyorsunuz demektir. Kişi
kendisine, çevresine ve inançsız toplumlara köle olabilir. Bu sahte
tanrılara taparken aynı zamanda da İslâm’a inandığımızı iddia ediyoruz!
Ben iki tanesini söyledim fakat gözünüzü açarsanız sayısız örnek
görebilirsiniz. Bütün bunlar içinde sahte tanrıların bazen birini bazen
ikisini, bazen de üçünü birden bulabiliriz. Bir andan bu tanrılara tapıp,
bir yandan da İslâm’a ve Allah’a bağlı olduğumuzu iddia edersek,
Allah’ın sadece gerçek Müslümanlara söz verdiği güzelliklerine sahip
olmayı nasıl bekleyebiliriz. 

KENDİMİZİ MÜSLÜMAN OLARAK ADLANDIRABİLİR MİYİZ?
Müslüman kardeşlerim!
Anladınız ki Kur’an’a göre insan üç şekilde yoldan çıkar. Birincisi
Allah’ın rehberliğine aldırmamak ve kendi arzularımızın kölesi olmak.
İkincisi aileyi, kültürü, toplumu, gelenek ve töreleri Allah’tan önde
tutmak. Üçüncüsü de Allah’ın ve Peygamberi’nin bildirdiklerini
önemsemeyerek, sözde önemli kişilerin ve diğer medeniyet ve
kültürlerin ardından gitmek.
Gerçek bir Müslüman olmak için bu üç illetten kurtulmalısınız.
Sadece Allah’ın kulu ve O’nun elçilerinin takipçisi olan biri gerçek bir
Müslümandır. Bir Müslüman Allah’ın ve Peygamberi’nin öğretilerinin
tam olarak doğruluğuna, onlara karşı olan herşeyin yanlışlığına, ve bu
öğretilerin bu dünyada ve ahirette insan için iyi olan ne varsa hepsini
kapsadığına gönülden inanır. Bu doğrulara gönülden inancı olan bir
Müslüman, attığı her adımda Allah’ı ve Peygamber’i kendine rehber
seçerek onları uygular. Böyle bir insan Allah’ın emirlerine uyduğu için
asla içinde sıkıntı taşımaz; toplumdan ya da ailesinden kötü sözler işitip
bütün dünya üstüne gelse bile önemsemez. Her durumda vereceği cevap
açıktır: Ben Allah’ın kuluyum, sizin değil; benim O’nun Peygamberi’ne
inancım var size değil.
Diğer yandan “Bu Allah’ın ve Peygamberin emri olabilir ama zararlı
bulduğum için kabul etmiyorum. Bu yüzden Allah’a ve Peygamberi’ne
uymayacak ve kendi bildiğim gibi davranacağım” diyenler olabilir.
Böyle bir insanın kalbinde inanç olamayacağı açıktır. O gerçekten
inanmış biri (değil bir ikiyüzlüdür. İnançlı olduğunu söylediği halde,
gerçekte kendi kendinin kölesi ve kendi fikirlerinin takipçisidir.
Aynı şekilde Allah’ın ve Peygamberi’nin kesin emri de olsa bazı
insanlar nesillerden beri süregelen belirli alışkanlıklardan
vazgeçemeyeceklerini sanabilirler. Alınlarında çok namaz kılmaktan
oluşmuş izler ve yüzlerinde de dindarlık ifadeleri oluşmuş olsa bile
onlar da ikiyüzlüler arasında sayılmalıdırlar. İslâm ruhu kalplerine
girmemiştir. İslâm sadece secdeye varıp namaz kılmaktan, oruç
tutmaktan hacca gitmekten ibaret değildir; insanın elbiselerinden ya da
yüzünden de belli olmaz. İslâm Allah’a ve elçisine teslimiyet demektir.
Onlara itaat etmeyi reddedip kendini hayatın akışına bırakan biri gerçek
İslâm’dan mahrum kalır. Namazları, oruçları ve dindar görünüşleri bir
kandırmacadan başka bir şey değildir.
Yine bazı insanlar Allah’ın kitabının ve peygamberinin emirlerini
açıkça itaatsizlik göstererek şunu ileri sürerler: “Bu gibi kişiler, fikirler
ve yaşayış tarzları benimsenmelidir, çünkü Batı’da bunlar geçerlidir;
diğer milletler bu yüzden geliştiğinden ve önemli insanlar taraftar
olduklarından, bunlar kabul edilmelidir.” Böyle bir insan imanını
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tutum İslâm’la bağdaşmaz.
Eğer Müslümansanız ve öyle kalmak istiyorsanız, Allah’ın ve
elçisinin emirlerine karşı olan herşeyi aklınızdan atmalısınız. Eğer
atamazsanız İslâm’ı takip ettiğinizi söylemek size yakışmaz. Onlara
inandığınızı ileri sürüp sonra, onların emirlerini önemsemeyip
hayatınızı diğer insanların düşüncelerine ve yaptığı işlere göre
düzenlerseniz bu ne iman ne de İslâm olur. Bu düpedüz ikiyüzlülüktür.
Allah böyle bir davranışın anlamsızlığı hakkında hiç bir şüphe
bırakmıyor:
Biz gerçeği açıkça gösteren ayetler indirdik, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.
Onlar derler ki: ‘Allah’a ve peygamberine itaat ederiz.’ Ondan sonra bir kısmı yüz
çevirir; bunlar gerçek müminler değillerdir. Aralarında karar vermeleri için Allah’a ve
Peygamberi’ne çağrıldıklarında içlerinden bir kısmı yüz çevirirler; fakat kendi
taraflarında olursa itaat ederek Peygamber’in yanında olurlar. Onların kalplerinde
hastalık mı var? Yoksa şüphede midirler? Ya da Allah’ın ve Peygamberin onlara
haksızlık etmesinden mi endişe ediyorlar? Hayır, yanlış yapan onlardır. Aralarında
hükmetmeleri için Allah ile Peygamberi tarafından çağrıldıklarında inananlar ‘işittik ve
itaat ettik’ derler. Kurtuluşa erenler onlardır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat eder,
Allah’tan korkarsa, o üstün gelecektir. (Nur, 24/46-52)
Bu iman tarifini iyice düşünüp taşının. İman nedir? İman, tamamen
ve isteyerek Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin yol göstericiliğine
uymayı gerektirir. Onlardan gelen nasihat ve emirlere sıkı sıkıya itaat
edilmeli, kendi zihnimizde oluşan, ailemizin fertlerinden ya da başka
insanlardan gelen karşı fikirlere kulak vermemeliyiz. Ancak bu
yaklaşım içinde olursanız Müslüman olabilirsiniz. Eğer olmazsanız,
ikiyüzlülükten öteye gidemezsiniz.
Şimdi kendinizi kalplerinde gerçek iman olan kişilerle karşılaştırın ve
Allah’a ve Peygamberi’ne nasıl itaat ettiklerini görün.
Eskiden Arabistan’da alkolün ne kadar yaygın olduğunu
biliyorsunuz. Erkek ya da kadın, genç ya da yaşlı herkes içki içiyordu.
Ona övgüler yazıp müptelası oluyorlardı. Bir kere alıştıktan sonra içkiyi
bırakmanın ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. Bir alkolik içkiyi bırakmak
yerine ölmeyi bile tercih edebilir. Eğer alkol almazsa bir akıl
hastasından daha kötü bir duruma düşebilir.
Ancak Kur’an’la birlikte içki yasaklaması gelince ne oldu? Alkolü
canlarından çok seven aynı Araplar şişeleri kendi elleriyle kırdılar.
Alkol Medine sokaklarından bir dere gibi aktı. Bir grup insan ellerinde
içki testileri varken, Peygamber’in, içki yasağını bildiren açıklamasını
duydular ve ondan sonra ağızlarına tek bir damla bile koymadılar.
İşte gerçek imanın gücü budur. Bu Allah’a ve elçisine teslimiyetin en
güzel örneklerinden biridir.
İslâm yasalarına göre zinanın cezasının ağır olduğunu -çıplak sırta
yüz vuruş- biliyorsunuz. Düşünmesi bile insanı ürpertir. Eğer kişi
evliyse ceza taşlanarak öldürülmesidir. Bu korkunç ceza söylendiği
zaman bile insanı titretiyor. Fakat bir de Peygamber, zamanında zina
suçu işleyen fakat bu suçun sonuçlarını göğüsleyecek bir iman gücüne
sahip olan bir insanın öyküsünü dinleyin.
Onu mahkemeye götürecek ya da polise bildirecek hiç bir şahit
olmadığı halde kalbindeki imanı ne uyardı: “Allah’ın kanununu ihlal
ederek kendi zevkini tatmin ettiğin için Allah’ın belirlediği cezaya
çarptırılmalısın.” Böylece bu insan kendi isteğiyle peygamberin,
karşısına çıkarak “Ey Allah’ın elçisi, ben zina suçu işledim. Benim
cezamı ver.” dedi. Bu sözleri duyan Peygamber, onu hiç duymamış gibi
arkasını dönüp yürüdü fakat adam önüne geçerek isteğini tekrarladı.
Peygamber, tekrar döndü ve adam tekrar onun önüne geçerek aynı isteği
üçüncü defa tekrarladı.
İşte imanın gücü bu kadar büyüktür. Kalbinde böyle bir iman taşıyan
biri için çıplak sırtına yüz darbe yemek ve hatta öldüresiye taşlanmak
bile kolaydır, fakat Allah’ın karşısına itaatsiz bir kul olarak çıkmak
zordur.
Biliriz ki bu dünyada hiç kimse kendi ailemizden daha değerli
değildir. Özellikle babalar, erkek kardeşler ve oğullar o kadar
yakındırlar ki birbirleri için herşeyi feda edebilirler. Fakat şimdi Bedir
ve Uhud savaşlarını düşünün ve kimlerin karşı karşıya savaştığına
bakın. Müslüman bir ordudaki baba, kâfir ordudaki oğluna silah
çekmişti; ya da oğul Müslümanların, baba kâfirlerin tarafındaydı.
Kardeşler, yakın akrabalar, değişik cephelerde, birbirlerine karşı
yabancılar gibi savaşmışlardı. İnsanları kendi akrabalarına karşı
savaştıran, ne para ne ırkçılık, ne de kişisel düşmanlıktı; uğrunda
savaştıkları, babalarını, oğullarını, kardeşlerini ve bütün ailelerini feda
edecek gücü ve cesareti buldukları şey Allah’ın ve peygamberin
sevgisiydi.
Bildiğiniz gibi İslâm, Arabistan’da geçerli olan bütün eski adetleri
yıktı. Bunların en kötüsü de yüzlerce yıldır devam eden putperestlikti.
İslâm insanlara putperestliğin yanısıra o zamanlar iyice yaygınlaşan
alkolü, zinayı, kumarı, hırsızlığı ve silahlı soygunu bırakmalarını
söyledi. Kadınlar örtünmeden dolaşırlarken İslâm onlara tesettür
kullanmalarını emretti. Miras hakkına sahip değillerken İslâm onlara da
hak tanıdı. Açıkçası bütün eski gelenekler az-çok değişti.
Fakat Allah’a ve peygamberine gerçekten inanmış olanların bütün
bunları nasıl kabul ettiğini biliyor musunuz? Yüzyıllardır taptıkları
putları ve kurbanlar sundukları mihrapları kendi elleriyle kırdılar.
Nesilden nesile geçen aile geleneklerini tamamen yıktılar. Kutsal
saydıkları nesneleri Allah emrettiği zaman ayaklarıyla çiğnediler. Yine
onun emriyle yasaklar mübah, aklar kara, karalar ak oldu. Eskiden zevk
ve kazanç için yapılan işler Allah için bırakıldı. Diğer yandan İslâm’ın
getirdiği emirler, uyulması ne kadar güç olsa da memnuniyetle kabul
edildi.
İşte bu, gerçek iman’dır ve gerçek İslâm’dır. Arapların o günlerde
şöyle söylediklerini düşünün: “Bize yüklü kazanç getiren işlerimizi
bırakıp kârımızı azaltacak şeyleri kabul edemeyiz. Romalılar’ın ve
İranlılar’ın hoşumuza giden fikir ve uygulamalarını alıp, toplumun
onayladığı, babalarımızın ve dedelerimizin yapageldiği işleri yapmaya
devam edeceğiz.” Eğer böyle söyleyerek İslâm prensiplerini
reddetselerdi, bugün dünyada hiç Müslüman olmazdı.
Kardeşlerim Kur’an şöyle söylüyor:
Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda sarfetmedikçe cennete giremezsiniz. (âli İmran, 3/92).
İşte imanın özü bu sözde gizlidir; bu İslâm’ın gerçek ruhudur:
Sevdiğiniz her ne varsa Allah yolunda feda etmeye hazırlıklı
olmalısınız. Hayatınızda pek çok kere Allah’ın size işaret ettiği yolla
arzularınızın sizi sevk ettiği yol çakışır. Allah size belirli şeyleri
yapmanızı emreder ama siz bunların bazı sıkıntı ve kayıplara yol
açacağını ve O’nun yasakladığı bazı şeylerin de hoş ve yararlı olduğunu
düşünürsünüz. Bir yanda Allah’ın hoşnutluğu, bir yanda neredeyse
bütün dünya vardır. Attığınız her adımda iki seçeneğiniz vardır: biri
İslâm’ın yolu, diğeri küfür ve ikiyüzlülüğün. Dünya işlerini bırakıp
Allah’ın emirlerine boyun eğerek İslâm’ın yolunu, kendi arzularınıza ve
dünyevi isteklere kapılarak, Allah’ın emirlerine karşı gelerek de küfür
ve ikiyüzlülüğün yolunu seçmiş olursunuz.
Bugün pekçok Müslüman İslâm yolunu seçmeye hazır fakat İslâm ve
küfür arasında bir bağdaşmazlık olduğunda hepsi de çabucak yön
değiştiriyorlar. Bu güçsüzlük İslâm’ın en büyük destekleyicileri
arasında bile görülüyor. “İslâm, İslâm” diye boğazları kuruyana kadar
şarkı söyleyip İslâm için çalışıyor görününlere “Haydi bu kadar
övdüğünüz İslâm’ın kurallarını yerine getirelim” dediğinizde “Bazı
engeller var, şimdilik herşeyi olduğu gibi bırakalım” diyorlar.
İslâm onlar için uzaktan övülüp bir köşede sergilenecek, fakat
kurallarını uygulamaya gelince şiddetle kaçınılacak bir oyuncaktır. Bu
bazı sözde Müslümanlar’ın görüşüdür.
Sonuç olarak, namazın da, orucun da, Kur’an’ı ezberlemenin de,
şeriat kurallarına görünüşte bağlı olmanın da hiçbir etkisi yoktur. Ruhlar
ayrıldıktan sonra bedenlere kahramanlık sorulur mu?

GERÇEKTEN MÜSLÜMAN MIYIZ?
Müslüman kardeşlerim!
Bakınız Allah ve O’nun elçisi gerçek Müslümanların hayatları ve
gönülleri hakkında neler söylüyorlar:
De ki: Namazlarım ve kurbanlarım, hayatım ve ölümüm sadece âlemlerin Rabbi ortağı
olmayan Allah içindir. Bana emredilen budur ve ben Müslümanların ilkiyim. (En’am,
6/163-4).
Aynı konu Hz. Muhammed tarafından da açıklanmıştır:
Yalnızca Allah için seven ve sakınan, yalnızca Allah için veren ve alan, imanını
kuvvetlendirir (Ebu Davud).
Kur’an Allah’ın sizden ne istediğini açık şeçik bildirir. Bütün
hayatınızı O’na hizmet etmeye adamalı, sadece O’nun için yaşayıp
ölmelisiniz. Siz ve içinde yaşadığınız dünya tamamen Allah’a aittir;
başkalarına paylaştırmayın. Bu demektir ki O’ndan başka kimseye
hizmet etmeyecek, kimse için yaşamayacak, ölmeyeceksiniz.
Peygamber, Kur’an’ı size açıklyor. Gerçek bir inanan olmak için,
beslediğiniz sevgi ve düşmanlığın, duygularınızın, ilişki ve
uğraşlarınızın sadece bir tek amacı olmalıdır: Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmak. Bu olmadan imanınız tam olamaz; Allah’ın gözünde
yükselme olasılığınız olamaz. Bu alandaki eksikliğiniz ne kadar çoksa,
imanınız da o kadar az demektir.
Bazı insanlar bu özelliklerin sadece daha yüksek bir ruhsal seviyeye
erişmek için gerekli olduğunu iman ve İslâm için gerekli olmadığını,
başka bir deyişle bu özellikler olmadan bile bir insanın iyi bir mümin ve
Müslüman olabileceğini düşünürler. İnsanlar genellikle hukuki İslâm’la,
sadece Allah için geçerli gerçek İslâm’ı birbirinden ayırmadıklarından
bu yanlış düşünce yaygınlaşmıştır.
Hukukçuların ve devletlerin yaptıkları işlerde temel aldıkları
kitaplardaki İslâm, kalbinizde ve aklınızda olanı hesaba katmaz,
katamaz. Sözlü onayınız ve bu onayın getirdiği zorunluluklar
Müslümanlığınızın geçerli bir delili olarak kabul edilir. Allah’a,
Peygamber’e, Kur’an’a, ahirete ve imanın diğer şartlarına uyduğunu
sözleriyle belirten, İslâm’ı kabul ettiğini ispat etmesi için gerekli dış
görüntüyü oluşturabilen herkes Müslüman toplumun bir üyesi, yaptığı
işler de İslâm’a uygun olarak kabul edilir.
İşte bu, Müslüman toplumun üzerine kurulduğu ve dış görünüşü
kurtaran kültürel temelin bir açıklamasıdır. Müslüman ümmetine dahil
olan herkesin Müslüman bilinmesinden, aralarından hiçbirinin kâfir
olarak adlandırılmamasından, herkesin aynı yaşayış, ahlak ve sosyal
haklara sahip olmasından, Müslümanlar arası evlilik yapabilme ve miras
hakkının olmasından ve diğer bütün ilişkilerin bunlara göre
ayarlanmasından başka bir amaç yoktur.
Ama öbür dünyada ne verdiğiniz sözlü onay için, ne de Allah’ın
seçilmiş kulları olduğunuz için Müslüman ve mümin olarak
yargılanamazsınız. Orada geçerli olacak olanlar kalbinizdeki iman ve
istekle ve bütünüyle Allah’a adadığınız hayatlarınızdır. Sözlü onayınız,
mahkemeler, sıradan insanlar ve sıradan Müslüman toplulukları içindir.
Çünkü onlar dış görünüşe bakarlar, fakat Allah kalbinizin derinliklerini
görür ve imanınızın derecesini kesin olarak bilir.
Peki Allah bir kulunu nasıl yargılayacaktır? O, kulunun kendisi için
yaşayıp yaşamadığını, herşeyden çok ona sadık olup olmadığını,
bağlılığını, hizmetini, bütün hayatını sadece O’na adayıp adamadığını
bilecektir. Eğer bütün bunları Allah için yapmışsa, bir Müslüman ve
mümin olarak yargılanacak, başkası için yapmışsa öyle
yargılanmayacaktır. Kimin bu ilkelerde eksikliği varsa bu eksiklik
ölçüsünde İslâm ve imandan mahrum kalacak, dünyada Müslüman
olarak bilinmenin ya da yüksek bir mevkide bulunmanın hiç bir önemi
olmayacaktır. Allah için geçerli olacak tek şey O’nun size verdiklerini,
O’nun yolunda harcayıp harcamadığınızdır.
Eğer harcamışsanız, sadakat gösterip yapılması gereken hizmeti
yapanlara verilecek hediye size de verilecektir. Eğer yeteri kadar itaat
göstermemişseniz, eğer hayatınızın bir bölümünü O’ndan
esirgemişseniz, bütün hayatınızı Allah’a adadığınızı iddia etmeniz bir
aldatmacadır. Bütün dünyayı kandırıp, Müslümanları sizi aralarına
almaları ve size Müslüman haklarını vermeleri için razı etseniz bile
Allah’ı, sizi imanlı kullarının arasına alması için kandıramazsınız.
Görünüşteki İslâm’la gerçek İslâm arasındaki farkı düşündüğünüz
zaman her ikisinin getireceği sonuçların sadece ahirette değil, bu
dünyada da büyük farlılıklar gösterdiğini anlayabilirsiniz; gerçek bir
Müslüman’ın yaşam tarzı, karakteri, huyları gösteriş olsun diye imanlı
gözüken birinden tamamen değişiktir. Bu iki çeşit Müslümanla her
zaman karşılaşacaksınız.
Bazı insanlar Allah’a ve elçisine inançları olduğunu ve İslâm’ı din
olarak seçtiklerini söylerler ama İslâm’ı hayatlarının belirli bir
bölümüyle sınırlarlar. Ve bu sınırlar çerçevesinde İslâm’a büyük bir
bağlılık gösterir, toplu namaz törenleri düzenleyip tesbih çekerler.
Yiyecek ve giyeceklerine, diğer toplumsal ve kültürel adetlere çok önem
verirler. Böylece tamamıyla “dindar” olurlar. Fakat bütün bu
geleneklerin ardındaki hayatları Allah tarafından yönetilmez. Severlerse
Allah için değil, kendileri, kendi milletleri, kendi ülkeleri ya da başka
bir şey için severler. Hoşnutsuzlukları, kızgınlıkları, nefretleri, düşman
edinip savaş açmaları da yine dünyevi ve bencil nedenlere dayanır.
Aileleri, toplum ve iş yaptıkları insanlarla olan ilişkileri büyük ölçüde
İslâm’ın etkisinden uzak dünyevi temellere dayanır. Toprak sahibi,
ticaret adamı, yönetici, asker ve profesyonel iş sahibi olarak her alanda
İslâmiyet’le bağlarını unutup özgürce hareket ederler. Böyle insanların
meydana getirdikleri kültürel, eğitsel ve politik kurallar ve kuruluşlar
İslâmî gözükseler bile İslâm’la ilgileri yoktur.
İkinci kısım Müslümanlar kişilikleri ve varlıkları İslâm’la tamamen
kaynaşmış insanlardır. Taşıdıkları bütün sıfatlar Müslümanlıktan sonra
gelir. Baba, oğul, eş, mal sahibi, işçi yeva işveren, hangi konumda
olurlarsa olsunlar Müslüman gibi yaşarlar. Duygu ve istekleri,
ideolojileri, görüşleri, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları şeyler İslâm
tarafından şekillendirilir. Allah’ın gücü onların yüreklerini ve akıllarını,
gözlerini ve kulaklarını, midelerini, cinsel arzularını, ellerini ve
ayaklarını, bedenlerini ve ruhlarını sımsıkı kavramıştır. Ne sevgileri, ne
de nefretleri İslâm’dan bağımsız oluşmaz. Sadece İslâm için savaşır
veya dost olurlar. İslâm’ın gerektirdiği şekilde alırlar ve verirler.
Bu tutum sahısların yaşamlarıyla sınırlanmamıştır. Toplumsal yaşam
da tamamen İslâm’a dayalıdır. Sadece İslâm için bileşirler ve birlikte
hareket ettikleri zaman da İslâm kurallarına uyarlar.
Her ikisi de ümmet sayılıp “Müslüman” kelimesi her ikisini de temsil
etse de yukarıda bahsettiğimiz iki çeşit Müslüman birbirinden çok
farklıdır. Birinci grup Müslümanlar tarih içinde övünerek
göstereceğimiz hiç bir gelişme göstermemişlerdir. Bu Müslümanlar
dünya tarihi sayfalarında hiç bir İslâmî iz bırakmamışlardır. Dünya,
varlıklarından hiçbir fayda sağlamadığı gibi İslâm onların bozulmaları
yüzünden zarar görmüştür. Bu çeşit Müslümanlar İslâm toplumunda
daha nüfuzlu olduklarından, güç ve yönetim büyük ölçüde Allah’a isyan
edenlerin eline geçmiştir. Çünkü bu Müslümanlar kendi hayatlarının dar
çerçevesi içinde sadece kendi eğlence ve özgürlüklerini korumak için
çalışmışlardır.
Allah asla böyle Müslümanlar istememiştir. Peygamberlerini ve
kitaplarını böyle insanlar meydana getirmeleri için göndermemiştir.
Allah’ın asıl arzu ettikleri ikinci kısım Müslümanlardır. Sadece onlar
İslâm açsından yararlı işler yapabilirler.
Bu sadece İslâm’a özgü bir durum değildir. Aslında dünyada
insanların tam anlamıyla bağlılık ve inanç göstermediği, inançlarından
başka şeyler için yaşayıp öldükleri hiç bir yaşam tarzı hüküm süremez.
Bugün bile bir fikir ya da ideolojiye bütün kalpleriyle ve ruhlarıyla
bağlananlar onun gerçek takipçileri olarak kabul ediliyorlar. Dünyadaki
her inanç böyle taraftarlara muhtaçtır ve hiç bir inanç böyle takipçileri
olmadan yaşayamaz.
Fakat İslâm’la diğer inanç ve ideolojiler arasında önemli farklar
vardır. Diğerleri insanların tamamen kendilerine bağlanmalarını
isterken, aynı zamanda haksız talepte bulunurlar. İnsanlara sundukları
şeyler, uğrunda hiç bir şey feda etmeye değmeyecek amaçlardır. Fakat
uğrunda hayatımızı feda etmemiz istenen Allah’ın bizim üstümüzde
hakkı vardır. Göklerde ve yerde Allah’a ait ne varsa O’nun yolunda
harcanmalıdır. İnsanın kendisi, sahip olduğu ve meydana getirdiği ne
varsa Allah’a aittir. Böylece bu dünyada adaletli ve akılcı bir biçimde,
harika bir uyumla kaynaşmış, Allah’a ait olan herşey O’na ayrılmalıdır.
Kişinin sahip olduğu şeyleri kendi yararı ve arzuları için Allah’ın uygun
görmediği bir şekilde sarfetmesi aslında bir güven eksikliğidir. Allah
için harcananlar gerçekte zaten o şekilde harcanması gerekenlerdir.
Fakat Müslümanlar’ın, sahip oldukları herşeyi yanlış ideolojiler ve
sahte tanrılar yolunda sarfedenlerden almaları gereken bir ders vardır:
Sahte tanrılara bu kadar inanılmaz bir bağlılık gösteren insanların,
gerçek Allah’a bunun yüzde birini bile göstermemeleri çok şaşırtıcıdır.
Şimdi Kur’an ve Hz. Muhammed tarafından bize bildirilen iman ve
İslâm’ın ölçüleriyle hayatımızı gözden geçirelim. İslâm’ı kabul ettiğiniz
taktirde yaşamınızı ve ölümünüzü sadece Allah’a göre yönlendirirsiniz.
Eğer İslâm’ı kabul ettiyseniz hayatınızı ve ölümünüzü sadece Allah’a
göre yönlendirdiniz mi? Hayatınız O’na uygun mu, duygularınız ve
aklınız, bedenleriniz ve ruhlarınız, zamanınız ve enerjiniz O’nun
isteklerini yerine getirmeye ayrılmış mı? Meydana getirdikleriniz
Allah’ın Müslüman ümmetinden yapmalarını istediği şeyler mi? Ve
tekrar soruyorum, sadece Allah’a mı ibadet ve hizmet ediyorsunuz?
Hayatınızı bencil isteklerinizden, toplumun ve devletin baskılarından
kurtarabildiniz mi?
Kendi hoşlandıklarınızı ve hoşlanmadıklarınızı ikinci plana
atabildiniz mi? Sevgileriniz, nefretleriniz, verdikleriniz, aldıklarınız
sadece Allah için mi? Elinizde olanın size yettiği kadarını harcayıp
gerisini diğer insanlara veriyor musunuz? Sadece O’nun hoşnutluğunu
kazanmak için çaba harcıyor musunuz?
Eğer kendinizde böyle bir inanç ve teslimiyet görebiliyorsanız, size
böyle her yönüyle eksiksiz bir iman verdiği için Allah’a şükretmelisiniz.
Ve eğer herhangi bir eksiklik görüyorsanız ilgilendiğiniz diğer şeyleri
bırakıp hemen bu eksikliği gidermek için çaba harcamalısınız. Çünkü
hem bu dünyadaki mutluluğunuz, hem de ahiretteki başarınız bu
eksikliğin giderilmesine bağlıdır. Dünyada tadacağınız başarılar ahirette
bu eksiklik yüzünden duyacağınız acılara teselli olamayacaktır. Fakat
eğer bu açıklarınızı telafi ederseniz, bu dünyada hiç bir şey elde
edemeseniz bile ikinci hayatınızda sonsuz kazanç elde edersiniz.
Bu ölçüyü başkalarını sınamak, yargılamak için kullanıp onların
Müslüman, kâfir ya da münafık olup olmadıkları hakkında karar
vermeyin; sadece kendinizi yargılayın ve eğer bir eksiklik görüyorsanız
bunu Allah’la yüzyüze gelmeden önce gidermek için çalışın. Bir
müftünün ya da bir mahkemenin verdiği karar, görüneni ve
görünmeyeni bilen en büyük yöneticinin yargısı yanında çok önemsiz
kalmalıdır. İsminiz kayıtlara Müslüman olarak geçti diye sevinmeyin,
Allah’ın kayıtlarında nerede yer aldığınızı düşünün
Gerçek başarı, asıl yargıcın sizin Mümin, itaatkâr ve inançlı kullar
olduğunuza karar vermesidir.

NİÇİN ALLAH’A İTAAT ETMELİYİZ?
Müslüman kardeşlerim!
İslâm’ın Allah’a ve elçisine bütünüyle teslim olmak demek olduğunu,
Allah’tan başka birşeye ya da kimseye itaat eden bir kişinin gerçek
Müslüman olamayacağını defalarca tekrar ettim.
Fakat Allah’a ve elçisine itaat niçin bu kadar önemli? Bizim
itaatimize ihtiyacı olduğu için mi Allah bunu bizden ısrarla istiyor, diye
sorabilirsiniz. O da bu dünyadaki güce aşık yöneticiler gibi olduğu için
mi kurallarına boyun eğmemizde ısrar ediyor? şimdi bu soruları
cevaplamaya çalışalım.
Aslında Allah’a itaat etmemiz kendi iyiliğimize olduğu için bizden
isteniyor. Bu dünyadaki iktidar sahipleri insanlara kendi çıkarları için
boyun eğdiriyorlar, fakat Allah’ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Sizden
vergi alıp saraylar yaptırmasına, arabalar alıp lüks eşyaları üst üste
yığmasına gerek yoktur. Hiç kimseye hiç bir şey için bağlı değildir.
Dünyada ne varsa zaten O’nundur ve bütün hazinelerin sahibi yalnızca
O’dur.
İnsan, yaratıkların içinde en şereflisi olduğundan onun başka
insanlara ya da şeytana kul olmasını ya da bazı değersiz şeyler önünde
eğilmesini istememiş, sadece kendine itaat etmesini emretmiştir.
Dünyadaki vekillerinin karanlık ve cehalet içinde kaybolup hayvanlar
gibi kendi arzularının esiri olarak onlardan da aşağı bir seviyeye
düşmelerini istememiştir. Bu yüzden şöyle söyler: Bana itaat edin ve
size peygamberlerimle gönderdiğim ışığım altında yürüyün. Doğru yolu
bulacaksınız. Bu yolda yürüyerek dünyada ve ahirette saygınlık
kazanacaksınız.
Dinde zorlama yoktur. Doğru yol yanlış yoldan ayrılmıştır. Sahte ilahları reddedip
Allah’a iman eden kişi hiç kopmayacak en sağlam kulptan tutmuş demektir. Allah
herşeyi duyandır, bilendir. Allah iman edenlerin yanındadır; onları karanlıktan aydınlığa
çıkarır. Ve inanmayanların yanında da onları aydınlıktan karanlığa götüren sahte ilahlar
vardır; bunlar ateşlik olanlardır ki daima orada kalırlar. (Bakara, 2/256-257).
Niçin sadece Allah’a itaat edenin hayatı ışıklanırken başkalarına da
boyun eğenler karanlıkta kaybolur. Şimdi bu önemli sorunun cevabını
arayalım.
Hayatımız boyunca sayısız işler yapar ve sayısız ilişkiler kurarız. İlk
ilişkimiz bedenimizledir: ellerimiz, ayaklarımız, gözlerimiz,
kulaklarımız, dilimiz, kalbimiz, beynimiz, midemiz- bütün bunlar Allah
tarafından bize hizmet etmeleri için verilmiştir. Onları nasıl
kullanacağımıza karar vermek de bize bırakılmıştır. Neleri yiyip
yemeyeceğinize, neleri tutup nelerden uzak duracağınıza, nereye gidip
nereye gitmeyeceğinize, bakmanız ve bakmamanız gereken şeylerin
neler olduğuna, ne zaman konuşup ne zaman susacağınıza, fikirlerin
nasıl olması gerektiğine siz karar vereceksiniz. Hizmetinize verilmiş
olan bu vücutla iyi ya da kötü şeyler yapmak size kalmıştır. Sonuç
olarak o sizin yükseklere çıkmanıza ya da sonsuz derinliklerde
kaybolmanıza neden olur.
Bunun yanında devamlı ilişki içinde buluduğunuz aile fertleriniz
vardır. Babalarınız, anneleriniz, kardeşleriniz, eşleriniz, çocuklarınız ve
diğer akrabalarınız. Onlara nasıl davranmanız gerektiğine, onlar
üzerindeki haklarınızın, onların sizin üzerinizdeki haklarının neler
olduğunu düşünmelisiniz. Dünyadaki ve ahiretteki rahatınız,
mutluluğunuz ve başarınız büyük ölçüde onlarla olan ilişkilerinizin
doğruluk ölçülerine bağlıdır. Eğer yanlış yapıyorsanız, bu dünyayı
cehenneme çevirmenizin yanında ahirette de Allah’a hesap verirsiniz.
Komşularınız, arkadaşlarınız ve düşmanlarınız olan pek çok insanla
ilişkileriniz vardır. Çeşitli şekillerde sizin için çalışan insanlar vardır.
Bazılarına birşeyler verir, bazılarından birşeyler alırsınız. Yaptığınız
işlerde birbirinize güvenirsiniz. Bazı insanlar sizin emriniz altındayken
bazıları da sizden yukarıdadır. Bu dünyada mutluluğunuz, şerefiniz ve
iyi isimlerle anılmanız bu ilişkileri düzgün bir şekilde yürütebilmedeki
becerinize bağlıdır.
Ahirette saygınlığınız olması için başkalarının hakkını kötüye
kullanıp onlara haksızlık etmekten titizlikle kaçınmalısınız. Orada
kimsenin, sizi kendi hayatını mahvetmekle ya da canına, malına,
namusuna zarar vermekle suçlamasına izin vermemelisiniz. Öyleyse
ilişkilerinizde uygun düzeni sağlamalı, bu durumu bozacak
hareketlerden kaçınmalısınız.
Şimdi düşünün: Kendi bedeninizle, ailenizle ve diğer insanlarla olan
ilişkilerinizde en iyi düzeni kurabilmeniz için attığınız her adımda bir
yol göstericiye ihtiyacınız vardır. Doğruyu ve yanlışı, gerçeği ve yalanı,
haklıyı ve haksızı, haklarınızı ve diğer insanların sizin üzerinizdeki
haklarını, gerçek fayda ve zararın nereden geldiğini bilmelisiniz.
Eğer aklınızın ve duygularınızın yardımıyla bu bilgiyi bulmaya
çalışırsanız bulursunuz. Benliğiniz sizi arzularınızın hemen giderilmesi
için zorladığından aklınız ve duygularınız, fiziksel arzular ve anlık
hevesler tarafından yönetilir, sizi yasak yollardan para kazanmaya, alkol
almaya, zina yapmaya teşvik ederler. Size fayda sağlayacağı
düşüncesiyle başkalarının hakkını gaspetmeye, herşeyi alıp hiç bir şey
vermemeye yönlendirir, hayatınızı kolaylaştırdığı gerekçesiyle,
insanlara hizmet etmekten kaçınıp, onları kendinize hizmet ettirmeniz
için sizi zorlarlar.
Kendinizi böyle karanlıkta kaybolmuş bir benliğin yönetimine
bırakırsanız o sizi bencil ve ahlakı bozulmuş insanların seviyesine
sürükleyecek ve her iki dünyada da hayatınız mahvolacaktır.
Bunun yanında, diğer insanlara güvenip, kendinizi onların ellerine
bırakarak, sizi istedikleri yöne çekmelerine de izin verebilirsiniz. Böyle
bir seçimin tehlikeleri de gayet açıktır: bencil insanlar sizi kendi
arzularının kölesi yapar, kendileri yoldan çıkmış cahil insanlar sizi de
yoldan çıkarırlar. Zorba yöneticiler sizi kullanarak diğer insanlara baskı
ve haksızlık yapabilirler. Doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, sizi doğru
yola ulaştıracak bilgiyi, sizin gibi insanlardan edinemezsiniz.
Sonunda başvuracağınız tek bir kaynak kalıyor: İhtiyacınız olan ışığı
en yüce varlıktan alabilirsiniz. Allah herşeyi bilen ve görendir. O
herşeyin derinindeki gerçeği bilir. Fayda ve zararın ne olduğunu size
yalnızca O söyleyebilir. Hangi hareketlerin doğru, hangilerinin yanlış
olduğunu da yalnızca O belirleyebilir. Hiçbir beklentisi, zorlaması ve
kandırarak yarar sağlama ihtiyacı yoktur. Yüce Allah tarafından size
verilen her emir tamamen sizin yararınızadır ve başka hiç bir amacı
yoktur.
Allah aynı zamanda en büyük adalet dağıtıcısıdır. Tamamen gerçeğe
ve adalete dayanan emirlerinde en ufak bir haksızlık yoktur. Onları
uygulamanız halinde, ne sizin için ne de diğer insanlar için herhangi bir
adaletsizlik tehlikesi doğmaz.
Bundan nasıl yararlanabiliriz?
Allah’ın mesajından faydalanabilmek için iki şey gereklidir. İlk önce
Allah’a ve mesajını insanlara onun aracılığıyla gönderdiği elçisine
yürekten inanmalısınız. Bu da, akla uygun bulsanız da bulmasanız da,
Peygamberin size Allah’tan getirdiği ne olursa olsun gerçekliği ve
doğruluğu hakkında kesinlikle emin olmanız demektir. İkinci olarak bu
inandıklarınızı itaatle takip etmelisiniz, çünkü itaat olmadan hiç bir şey
başarılamaz.
Düşünün ki size bir yiyeceğin zehirli olduğunu söylüyorlar ve siz de
“Kesinlikle haklısınız. Bu zehirli ve öldürücüdür.” diyorsunuz. Daha
sonra bu gerçeği onaylamanıza rağmen o şeyi yiyorsunuz. Sonuç, o
yiyeceği zehirli olduğunu bilmeden yemenizle aynı olacaktır. Bilginiz
davranışlarınıza yol göstermediği sürece o bilginin faydası nedir?
Allah’a iman ettikten sonra itaat ettiğiniz imanınızı sadece sözle
belirtmeyip emirlerini de uyguladığınız zaman gerçek faydaya
erişirsiniz. Yasak olan şeylerden kaçındığınıza dair söz vermeniz yeterli
değildir; gerçekten kaçınmalısınız. Bu yüzden Allah sürekli tekrar eder:
Allah’a ve Peygamberine itaat edin. (Maide, 5/92).
Eğer itaat ederseniz size yol gösterecektir. (Nur, 24/54).
Allah’ın emirlerine karşı gelenler başlarına bir bela gelmesinden, ya da acılı bir cezaya
çarptırılmaktan sakınsınlar. (Nur, 24/63).
Bir şeyi sakın yanlış anlamayın. Sadece Allah’a ve Peygamberine
itaat etmeniz gerekiyor derken başka insanları dinlemekten kaçının
demek istemiyorum. Fakat düşünmeden bir insanın ardından
gitmemelisiniz: Herhangi bir insanın söylediklerinin Allah’ın ve
Peygamber’in emirlerine uyup uymadığını anlamak için onları
sorgulamalısınız. Eğer uyuyorsa kabul etmelisiniz çünkü aslında ona
değil Allah’a ve Peygamberi’ne itaat etmiş olursunuz. Eğer uymuyorsa
onu reddetmelisiniz çünkü Allah’a ve Peygamber’e karşı gelen hiç
kimseye itaat edilmemelidir.
Bilirsiniz ki Allah insanın önüne düşerek ona yol göstermez.
Çağrısını peygamberi ile iletir. Hz. Muhammed, bu dünyayı terkedip
göklerdeki evine çekildiğinden beri on dört yüzyıl geçmiştir. Allah’ın
onun aracılığıyla insanlara gönderdiği emirleri Kur’an’da ve hadislerde
sabittir. Fakat Kur’an ve hadisler kendi kendilerine karşınıza geçip size
yapmanız ve yapmamanız gerekenleri söyleyemezler. Kendi kendinizi
yönetebilmeniz için size Kur’an ve hadislere göre yardım edecek olan
insanlardır. Onların öğrettiklerini kabul etmelisiniz.
Fakat en önemli nokta onları gözleriniz kapalı takip etmemenizdir.
Söylediğim gibi önce Kur’an’a ve hadislere uygun olarak öğüt verip
vermediklerine dikkat etmelisiniz.
DİN VE ŞERİAT ARASINDAKİ FARK
Müslüman kardeşlerim!
İslâm hakkında konuşurken şu iki kelimeyi sürekli kullanıyoruz: biri
din, diğeri şeriat. Fakat pek az kişi din ve şeriatın gerçek anlamını
biliyor. Sadece cahiller değil fakat okumuş insanlar ve pek çok din
adamı bile bu iki kavram arasındaki önemli farkı kavrayamıyorlar. Bu
cehalet yüzünden din ve şeriat sık sık biribirine karıştırılıyor ve ciddi
sıkıntılar meydana geliyor.
“Din” kelimesi çeşitli şekillerde anlaşılıyor. İlki hâkimiyet, güç,
üstünlük, krallık, yöneticilik; ikincisi bunların tam tersi teslimiyet, itaat,
hizmet ve kölelik. üçünçüsü ise karar vermek ve yapılanlardan dolayı
ödül ve ceza almak. Bütün bu anlamlar Kur’an’da da yer almaktadır.
Allah şöyle diyor:
Allah için tek gerçek Din insanın kendini O’na teslim etmesidir. (Âli İmran, 3/19).
Burada din, sadece Allah’ı güç ve görkem sahibi olarak kabul edip
kendimizi O’na teslim ettiğimiz, O’ndan başka hiç kimsenin önünde
alçalmadığımız, sadece O’nu ilah ve hâkim olarak kabul ettiğimiz,
O’ndan başka hiç kimseye kul ve köle olmadığımız ve başka hiç
kimsenin ödül ve cezasını kabul etmediğimiz bir yaşam tarzıdır. Bu
dinin ismi İslâm’dır. Allah’tan başkasını asıl güç sahibi, yönetici, sahip,
ödül ve ceza verici olarak kabul ettiğinizde, alçalarak başlarınızı onun
önünde eğdiğinizde ona hizmet edip, emirlerine itaat ettiğinizde, O’nun
ödülünü arzulayıp cezasından korktuğunuzda sahte bir din meydana
çıkar. Bu çeşit bir dini Allah kesinlikle kabul etmez, çünkü gerçeğe
tamamen aykırıdır.
Evrende Allah’tan başka hiç bir varlık güç ve hâkimiyet sahibi
olamaz. O’ndan başka birinin kulları olmak için yaratılmadık ve başka
hiç kimse bizi yargılayıp ödül veya ceza veremez. Bu gerçek, Kur’an’ın
da pek çok yerinde açıklanmıştır.
De ki ‘Kim İslâm’dan başka din ararsa onun dini kabul edilmeyecektir.’ (Âli İmran,
3/85).
Yani Allah’ın hâkimiyetini ve hükümdarlığını saymayan, başka birini
efendi ve yönetici bilip ona hizmet ve kulluk eden ve onun ceza ve ödül
verdiğini kabul eden biri asla Allah’ın geçerli saydığı bir dine sahip
olamaz.
Onlara bütün diğer tanrılardan yüz çevirip sadece Allah’a hizmet ve itaat etmeleri
emredildi. (Beyyinne, 98/5).
Allah insanları başkalarına hizmet etmeleri için yaratmadı. Bu yüzden
onların sahte tanrılardan yüz çevirip teslimiyetlerini ve dinlerini sadece
Allah’a ayırmaları gerekir. Kendilerini dürüstçe O’na adamalı ve
yalnızca O’na karşı sorumlu hissetmelidirler.
Onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki bütün göktekiler ve
yerdekiler ister istemez O’na (bütün varlıklarıyla) teslim olmuşlardır ve O’na
döndürüleceklerdir. (Âli İmran, 3/83).
Yerdeki ve gökteki herşey Allah’ın kulları ve itaatkar hizmetlileri
olup yaptıkları işlerin hesabını verecekleri tek yetkili olarak O’nu kabul
ederlerken biz insanlar nasıl olur da başka taraflara meylederiz?
O, Peygamberini, müşrikler (Allah’a ortak koşanlar) istemeseler de, bütün dinlere galip
gelmesi için yol göstericilik ve doğrulukla gönderen Allah’tır. (Tevbe, 9/33).
Putperestlere, ikiyüzlülere ve bu durumdan hoşlanmayarak karşı
çıkacak olanlara aldırmadan sadece kâinatın efendisi olan Allah’ın
kulları olarak yaşayabilmemiz için, Allah bütün diğer sahte tanrıların
hâkimiyetine son vermek ve sonsuz bir özgürlük bağışlamak için bize
elçisi ile gerçek dini gönderdi.
Allah’a karşı hiç bir isyan kalmayıncaya ve bütün itaat Allah için oluncaya kadar
onlarla savaşın. (Enfal, 8/39).
Bu sözün anlamı açıktır: Allah’tan başkalarının hâkimiyeti sona
erinceye, yeryüzünde sadece O’nun kanunları geçerli oluncaya ve
sadece O’nun hâkimiyetini kabul edip sadece O’na hizmet edinceye
kadar savaşmalıyız.
Böylece dinin şu üç anlamı ortaya çıkıyor:
Allah’ı ilah, efendi ve yönetici olarak tanımak.
Sadece O’na itaat ve hizmet etmek.
Sadece O’na karşı sorumlu olmak, O’nun cezasından korkmak,
O’nun ödülünü arzulamak.
Din aynı zamanda Allah’ın elçilerine de itaat etmeyi gerektirir.
Çünkü Allah insanlara emirlerini kitapları ve elçileriyle bildirmiştir.
âdemoğulları! Size ayetlerimi anlatan Peygamberler geldiğinde kimler fenalıktan
kaçınıp doğru yaşarsa onlar için korku ve üzüntü yoktur. (Araf, 7/35).
Hiç bir insan Allah’ın emirlerini aracısız alamaz. Bu yüzden Allah’ı
yönetici olarak tanıyan birinin O’na karşı itaatkâr sayılabilmesi için
peygamberlerine de itaat etmesi ve onların gösterdikleri yoldan gitmesi
icap eder. Din, bu temel prensipleri gerektirir.
Şimdi şeriata dönelim. Şeriatın anlamı “yol”dur. Allah’ın
hâkimiyetini, Peygamberlerini, kitaplarını ve O’na hizmet etmeyi kabul
ettiğiniz zaman dine girersiniz. Allah’a hizmet ve itaat ederken takip
edeceğiniz yolun adı şeriat’tır.
Bu yol da size Allah tarafından Peygamberleriyle gösterilmiştir. Size
Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, doğruluk ve dindarlığın ne olduğunu
sahip olduğunuz hakları, iş ilişkilerinizi ve yakınlarınızla olan
ilişkilerinizi nasıl idare edeceğinizi, kısacası hayatınızı nasıl
yaşayacağınızı size o öğretir.
Din ve şeriat arasındaki temel fark, çeşitli şeriatlar olmasına karşın,
dinin tek ve aynı olmasıdır. Bazı şeriatlar sonradan değiştirilir ya da
kaldırılır ama din değişmez. Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın,
Hz. İsa’nın, Hz. Şuayb’n, Hz. Hud’un, Hz. Salih’in ve Hz.
Muhammed’in dinleri aynıydı fakat şeriatları bazı noktalarda
ayrılıyordu. Namazı ve orucu değişik şekillerde anlattılar. Helâl ve
haram hakkındaki emirler, temizlik, evlenme, boşanma, miras kuralları
da birbirinden değişiktir. Buna rağmen Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in, Hz.
İsa’nın ya da Hz. Musa’nın takipçileri de biz de hepimiz Müslümanız.
Çünkü din tektir ve herkes için aynıdır. Bu da gösteriyor ki din, şeriatın
düzenlemelerinden ve kanunlarından etkilenmez. İnce ayrıntıları değişse
de din aynı kalır.
Din ve şeriat arasındaki farkı bir örnekle açıklayalım. Pek çok işçileri
olan bir işveren düşünün. Eğer işçilerden bazıları onu patron olarak
görmezlerse, itaate değer bulmazlarsa aslında onun işçileri olarak kabul
edilemezler. Fakat onu patron bilip ona itaat etmeyi görev bilenler onun
gerçek işçileridir. Yaptıkları işler ve yapış tarzları dağişik olsa da onlar
gerçek işçilerdir.
Eğer işveren her işçisine değişik şekilde hizmet etmeyi öğretmişse
kimsenin diğerlerinden daha iyi olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.
Aynı şekilde iki işçi işvereni değişik şekillerde anlıyorlar ve anladıkları
şekilde hizmet etmeye çalışıyorlarsa, ikisi de eşit seviyede iyi işçilerdir.
Verilen emirleri yanlış anlama olasılığı olsa da, işçi itaat etmeyi
reddetmedikçe kimse onu itaatsizlikle suçlayamaz ya da aforoz edemez.
Din ve şeriat arasındaki bu farkı iyi anlayın. Hz. Muhammed’den
önce Allah peygamberleriyle pek çok şeriat yollamıştır. Hepsi de
değişik ibadet şekilleri getirmişlerdir. Allah’a farklı şekillerde ibadet
edenlerin hepsi Müslümandır. Ve Hz. Muhammed, geldiği zaman Allah
şöyle ilan etmiştir: şimdi bütün dinleri feshediyoruz. Bundan sonra bize
ibadet etmek isteyen kim varsa, son peygamberimizle gönderdiğimiz
kuralları takip etsin.
Ve ondan sonra hiç bir kulun önceki kurallara göre ibadet etme hakkı
kalmadı. Yenisini kabul etmeyip eskisini uygulayan Allah’ın emirlerine
göre değil kendi bildiklerine göre hareket edendir. Böyle bir insan artık
kul değildir, dinî şekilde söylemek gerekirse bir kâfirdir.
Şimdi iki grup insandan bahsedeceğim: Birinciler önceki
peygamberlerin takipçileri, ikinciler Hz. Muhammed’in takipçileri.
Allah tarafından gönderilen ve bu yüzden uyulması gereken şeriata
inanmış olan kim varsa Müslümandır. İki insan şeriatı kendilerine göre
değişik şekillerde anlayabilir ve takip edebilirler. Ne kadar değişik
olurlarsa olsunlar kendilerini Müslüman olarak isimlendirebilirler.
Çünkü ikisi de Allah’ın emirlerini yerine getirdikleri bilinciyle hareket
etmektedirler.
Böyle bir durumda işçilerden birisinin asıl kulun kendisi olduğunu,
diğerininse olmadığını iddia etmeye hakkı var mıdır? İddia edebileceği
tek şey Allah’ın emirlerini en iyi kendisinin anladığıdır. Fakat bu ona
diğerlerini kulluktan atma (kâfir olarak kabul etme) yetkisi vermez.
Böyle bir cüret gösteren kişi-ki gösterenler olmuştur- kendinde Allah’ın
yetkilerini görür ve şu şekilde konuşabilir:
Nasıl Allah’ın emirlerini yerine getirmek zorundaysanız, benim anlayış şeklimi de
kabul etmek zorundasınız. Eğer yapmazsanız sizi kendi gücümle Allah’a hizmetten men
ederim.
Bu sebepten Hz. Muhammed şöyle söylemiştir:
Haksız yere bir Müslüman’a kâfir diyen kişinin suçlaması kendine döner. (Buhari,
Müslim)
Allah kullarından, başka bir insanın Müslüman olup olmadığı
hakkında fikir yürütmelerini istememiştir. Allah’ın hükümlerini
önemsemeyerek, yorum yapmakta ve yargılamakta ısrar eden, bir insanı
tekfir etme gücüne sahip olduğunu sanan bir kişi aslında Allah’ın
yanında kendisinin de küçük bir tanrı olduğunu söylemektedir. Bir
başkasının Müslüman mı yoksa gerçekten bir kâfir mi olduğunu
düşünmeden böyle cüretkâr iddialarda bulunan kişi kâfir olma
tehlikesiyle karşı karşıya gelir.
Kardeşlerim! Umarım din ile şeriat arasındaki önemli farkı iyice
anlamışsınızdır ve Allah’a değişik şekillerde ibadet etmenin de dinden
çıkmak demek olmadığını kavramışsınızdır. Elbette ki belirli bir yolu
takip eden bir insan Allah’ın ve elçisinin ondan istediklerini yaptığına
ve onların kendisini desteklediğine inanmalı ve Allah’ın kitabı ve
peygamberin sünnetini doğru anlamalıdır.
Şimdi dinle şeriat arasındaki bu farklılığa dikkat etmemekten dolayı
Müslümanların ne kadar büyük bir zarara uğrayacaklarını düşünün.
Müslümanlar arasında namaz kılmanın değişik şekilleri vardır.
Ellerimizi göğsümüzün üstüne de yerleştirebiliriz, karnımızın üstüne de
koyabiliriz. İmamın arkasında namaz kılarken Fatiha Suresi’ni
okuyabilir ya da okumayız. Yüksek sesle ya da içimizden Amin
diyebiliriz. Peygamber’in de gerçekten aynısını uyguladığı bilinciyle,
her birimiz kendince doğru olan bir yöntemi takip ederiz ve iddiamızı
destekleyecek kanıtlarımız da vardır. Her birimiz Peygamber’in eşit
takipçileriyiz.
Fakat bazı insanlar şeriatın ayrıntısındaki bu değişiklikleri, dinin
temel değişiklikleri sayarlar. Bu yüzden onlar kendi ayrı cemaatlerini ve
kendi camilerini kurmuşlardır. Birbirlerine zarar vermişler, karşı fikirde
olanları zorla camilerden atmışlar, hukuk savaşları yapmışlar,
Müslüman ümmetini parçalamışlardır. Bu da onları tatmin etmediği
zaman, en küçük bir bahaneyle birbirlerine kâfir, günahkar damgası
yapıştırmışlardır. Böyle insanlar kendi anlayışlarını başkalarına zorla
kabul ettirmedikçe mutlu olamazlar.
Hanefi, Şafii, Ehli Hadis gibi Müslümanlar arasında gördüğünüz
mezhepler Kur’an’ı ve hadisleri mutlak otorite olarak kabul edip kendi
anlayışlarına göre yorumlarlar. Bir mezhebin anlayışı doğru, diğerininki
yanlış olabilir. Ben kendim de bu mezheplerden birindenim ve ona karşı
olanlarla neyi, niçin doğru veya yanlış bulduğumu tartışıyorum.
Fakat insanın bir şeyi yanlış anlaması başkadır, dinden çıkarılması
başkadır. Her Müslüman’ın şeriat’ı anladığı gibi uygulamaya hakkı
vardır. Eğer on Müslümanın onunun da değişik yöntemleri varsa,
Allah’ın kurallarına itaat etmeleri gerektiğine inandıkları sürece
Müslümandırlar. Onlar tek bir ümmeti oluştururlar, başka cemaatler
oluşturmak için bir sebep yoktur. Bu noktayı anlamayan insanlar
ümmeti basit nedenlerle parçalıyorlar, cemaatlerini ve camilerini
ayırıyorlar, kendi toplulukları dışından evlenmekten ve sosyal ilişkiler
kurmaktan kaçınıyorlar ve gruplarını kuruyorlar.
Müslümanların mezhepçilik tarafından uğrayabilecekleri zararı
tahmin edemezsiniz. Görünüşte Müslümanlar tek bir ümmettirler.
Sadece Hindistan’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. Böylesine büyük
bir topluluk gerçekten birleşip Allah’ın yol göstericiliğini herşeyin
üstüne çıkarmak için beraber çalışmış olsa, bu dünyada kim karşılarına
geçmeye cesaret edebilir? Fakat mezhepçilik ümmeti yüzlerce cemaate
böldü ve gönülleri birbirinden ayırdı. En kötü zamanlarda bile
Müslümanlar bir araya gelemiyorlar. Bir topluluk içinde olan bir
Müslüman diğer bir topluluk içinde olan bir Müslümana karşı bir
Hıristiyan ya da Museviye davrandığından daha önyargılı davranıyor.
Bazen birbirlerini aşağılarken inançsızlık sınırlarına dayanıyorlar.
Müslümanları başkalarının hizmetinde görmek sizi şaşırtmasın. Hak
ettikleri budur. Allah’ın daha önce onlara söylediği ceza inmiştir:
(O) sizi bölümlere ayıracak ve birinizin şiddetini diğerine tattıracaktır. (En’am, 6/65).
Anlaşmazlık, birbirimizin kanını akıtmak, zorbalık ve baskıyla boyun
eğdirmek, bütün bu cezalar bugün dünyanın her yerinde Müslümanları
yokluyor.
Mezhep kavgalarının çok yaygın olduğu Pencap’ta bütün bu cezalar
çok açık bir şekilde görülmektedir. Sonuç olarak sayıca çokluğunuza
rağmen güçsüzsünüz. Durumunuzu iyileştirmek istiyorsanız, aranızdaki
mezhep engellerini yıkıp kardeşçe yaşayın ve tek bir ümmet olun. Şafii,
Hanefi, Ehli Hadis, Deobendi, Barelvi diye bölmenin hiç bir dayanağı
yoktur. Bu bölünmüş topluluklar cahilliğin bir ürünüdür. Allah bizi tek
bir ümmet olarak yarattı: Müslüman ümmeti.

İBADETİN GERÇEK ANLAMI
Kardeşlerim!
Biz Müslümanların çok kullandığı fakat anlamını pek bilmediği bir
sözcük var: İbadet. Bu sözcüğün gerçek anlamını kavramak çok
önemlidir.
Allah, yaratılmamızın biricik sebebinin, hayatlarımızın amacının
sadece ona ibadet ve hizmet etmek olduğunu söylüyor.
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.(Zariyat, 51/56).
Şüphesiz ki bu da ibadetin anlamını çok iyi bilmeniz gerektiğini
gösteriyor. Aksi takdirde yaratılma amacınızı yerine getiremezsiniz.
Gerçekleşmeyen amaçsa başarısızlıktır. Bir doktor hastasını
iyileştiremiyorsa işinde başarısız sayılır. Bir çiftçi iyi ürünler
yetiştiremiyorsa o da başarısız sayılır. Aynı şekilde siz de eğer yaratılış
amacınızı, ibadeti yerine getiremiyorsanız, başarısız sayılmalısınız. O
zaman beni iyi dinleyin ve ibadetin önemini iyi kavrayarak sürekli
aklınızda tutun. Hayatınızın başarısı ya da başarısızlığı buna bağlıdır.
O zaman ibadet nedir?
İbadet kelimesi Arapça’da işçi ve kul anlamına gelen abd kökünden
türemiştir. O zaman ibadette bir işçi ya da kulun yerine getirmeleri
gereken sorumluluklardır. Eğer bir insan bütün hayatını sadece başka bir
insana hizmet ve itaat ederek geçiriyorsa ve bir kölenin efendisine
davranması gerektiği gibi davranıyorsa o, hizmet ettiği kişinin kuludur.
Fakat o, işçi gibi kabul edilip yaptığı iş için kendisine para ödendiği
halde efendisine itaat ve hizmet etmemişse isyan ve sadakatsizlikten
suçludur.
Bir kul efendisine nasıl davranmalıdır?
Bir kulun ilk görevi, sadece kendi efendisini tanımaktır. Onu
besleyen, koruyan ve yaşatan efendisine tamamen inanmalı ve başka hiç
kimseye bağlılık göstermemelidir.
İkinci görevi, efendisine her zaman itaat etmek, bütün emirlerini
titizlikle yerine getirmek, kendi istek ve düşüncelerine ya da bir
başkasınınkilere kapılmaktan kaçınmaktır. Bir kul her zaman ve her
durumda bir kuldur, itaat edeceği emirleri seçmeye, itaat etmemeye ya
da işine geldiği zaman çalışıp gelmediği zaman sorumluluklarını ihmal
etmeye hakkı yoktur.
Bir kulun üçüncü görevi efendisine saygı göstermek ve ona
tapmaktır. Saygı gösterdiğini belli etmek için onun gösterdiği yolu takip
etmelidir. Eğer inancı ve itaati sürekli ve güçlüyse, her çağırdığında
onun huzurunda olmalıdır.
O zaman, efendiye bağlılık, ona itaat, saygı ve tapma gibi özellikler
biraraya gelince ibadeti oluşturur. “Ben cinleri ve insanları ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) derken Allah bizden
herşeyin üstünde sadece O’na bağlı olmamızı, sadece O’nun emirlerini
yerine getirip, sadece O’na dizlerimizin üstünde ve eğilerek saygı
göstermemizi istemiştir. Kur’an’ın her yerinde ibadet sözcüğü bu
anlamda kullanılmıştır. Bu aynı zamanda Peygamberimiz’in, ve ondan
önceki paygamberlerin (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) öğretilerinin
özünü oluşturmaktadır. Hepsi aynı mesajla gelmişlerdir, “Allah ondan
başkasına tapmamanızı emretmiştir” (Yusuf, 12/40), bağlılık
göstereceğiniz tek bir hâkim var, o da Allah’tır; itaat edeceğiniz bir tek
kanun var, o da Allah’ın kanunudur ve ibadet edeceğiniz tek bir varlık
var, o da Allah’tır.
Şimdi daha sonraki durumlara bakalım.
Bir hizmetkâr efendisi tarafından kendisinden istenen görevleri yerine
getirmek yerine, onun karşısında ellerini kavuşturup sürekli ismini
tekrar ediyorsa onun için ne dersiniz? Efendisi ona diğer insanlara olan
yükümlülüklerini yerine getirmesini emrediyor fakat o olduğu yerde
duruyor. Elleri bağlı, ayakta durarak tekrar tekrar efendisini selamlıyor.
Efendisi, kötülükle savaşıp onu yenmesini istiyor fakat o hiç
kımıldamıyor; onun yerine ona secde ediyor. Efendisi ona hırsızın elini
kesmesini emrediyor fakat hizmetkâr verilen emri yerine getirmeye
çalışmak yerine, hâlâ olduğu yerde durup: “Hırsızın elini kes, hırsızın
elini kes” diye neredeyse şarkılar söylüyor.
Bu adamın gerçekten efendisine hizmet ettiğini söyleyebilir misiniz?
Ve eğer sizin de işçileriniz olsaydı ve bir tanesi bu şekilde davransaydı
kararınız ne olurdu? Ne kadar zaman bu sözde kulları sadık müminler
olarak kabul edersiniz? Peki, sabahtan akşama kadar Kur’an’daki ilahi
emirleri okuyan, fakat onları uygulamak için kendini yormayan, tespih
çekerek sürekli Allah’ın adını anan, hiç durmadan namaz kılıp güzel
sesiyle Kur’an okuyan birini gördüğünüzde “Ne kadar imanlı ve dindar
bir insan” dersiniz çünkü ibadetin gerçek anlamını kavrayamamışsınız.
Şimdi başka bir işçiye bakalım. Bu insan gerçek efendisinin
kendisine verdiği emirleri sürekli ihmal ederek bütün gün başka
insanların verdikleri işleri yapıyor, bunu insanlardan gizlemeye çalışıyor
ve övünmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyor. Böyle bir hizmetkârınız
olsaydı ne yapardınız? Selamını yüzüne fırlatmaz mıydınız? Size
“Efendim” dediği zaman ona “Sen arsız bir yalancı, dolandırıcısın,
benden ücret alıp başkaları için çalışıyorsun. Bana efendim deyip
benden başka herkes için çalışıyorsun” demez misiniz? Bu hepimizin
kolayca anlayabileceği malum bir durumdur. Gece ve gündüz Allah’ın
emirlerine karşı gelen, onları ihmal eden ve inançsızlara uyan bu
insanların namazlarının, oruçlarının, tespih çekmelerinin, Kur’an
okumalarının, haclarının ve zekâtlarının gerçek ibadetler olduğunu
düşünüyorsunuz ve yine yanılıyorsunuz çünkü ibadetin gerçek anlamını
bilmiyorsunuz.
Bir başka işçiye bakalım. Giysileri efendisinin arzu edeceği gibi
mükemmel dikilmiş ve çok şık. Efendisinin karşısına her zaman büyük
bir saygıyla çıkıyor. Ne zaman bir emir alsa son derece inançlı bir
şekilde “Baş üstüne efendim” diyor. Efendisini her yerde övüyor. Fakat
aynı zamanda efendisinin düşmanlarının ve isyankarlarının hazırladığı
komplolara katılarak ve onun adını lekelemek için diğerleriyle işbirliği
yaparak onlara hizmet ediyor. Gecenin karanlığında efendisinin evini
soyuyor ama sabah olunca yine en sadık uşak olup karşısında el
bağlıyor.
Şimdi bu işçi için ne dersiniz? Mutlaka iki yüzlü, isyankar ve hain
olduğuna karar verirsiniz. Halbuki bugün siz toplum içindeki böyle
insanları şeyh, pir, eren gibi isimlerle adlandırıyorsunuz. Onları dindar
zannediyorsunuz. Çünkü onların sakallarına, uzun elbiselerine,
alınlarındaki secde izlerine, uzun uzun kıldıkları namazlara ve iri
tesbihlerine aldanıyorsunuz. Çünkü ibadetin ve dindarlığın gerçek
anlamını kavrayamamışsınız.
Çoğunlukla ibadetin yüzünüzü kıbleye dönerek ellerinizi birleştirip,
dizlerinizin üstüne çökmeniz, yüzünüzü yere koyarak secde etmeniz ve
birkaç dua okumanızdan ibaret olduğunu düşünürsünüz. Ramazan’ın ilk
gününden Şevval ayının başına kadar olan süre içinde sabahtan akşama
kadar aç ve susuz durmayı ibadet sayarsınız. Yalnızca Kur’an’ın bazı
surelerini okuyarak, Mekke’ye gidip Kâbe’yi tavaf ederek ibadet
edebileceğinize inanırsınız. Kısacası ibadetin yalnızca dış görünüşteki
tapınma ve uygulamalardan ibaret olduğunu sanırsınız ve ne zaman
bunları yerine getiren bir insanla karşılaşsanız görevlerini gerçekten
yapıp yapmadığını, Allah’a ibadette gerçek bir mümin olup olmadığını
ve “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”
diyen Allah’ın ayetine uygun olarak yaşayıp yaşamadığını
düşünmezsiniz.
Fakat gerçekte, uygulamak üzere yaratıldığınız ve size farz kılınan
ibadet çok daha değişiktir. O da şudur: Hayatınızda attığınız her adımda
Allah’ın kanununu takip etmeli ve bu kanuna aykırı olan kanunlara itaat
etmeyi reddetmelisiniz. Yaptığınız herşey O’nun gösterdiği şekilde
olmalıdır. İbadet ancak ondan sonra hayatınızda yer alabilir.
Böyle bir hayatta, yaptığınız herşey, uyumak, uyanmak, yemekiçmek, çalışmak-dinlenmek, susmak-konuşmak hepsi ibadettir. Eşinizle
olan ilişkileriniz, çocuklarınızı öpmeniz bile Allah’a hizmettir. Yerine
getirirken Allah’ın koyduğu sınırlardan çıkmadığınız, attığınız her
adımda helâl ve harama dikkat ettiğiniz, yapılması ve kaçınılması
gereken, Allah’ın hoşuna giden ve gitmeyen hareketleri göz önünde
bulundurduğunuz işler dünyevi gözükseler bile dini bir nitelik
kazanırlar.
Örneğin, hayatınız boyunca karşınıza yasak yoldan kolay para
kazanma fırsatları çıkar. Eğer kışkırtmalara karşı durur, Allah’a itaat
ederseniz ve kendinizi sadece size gösterilen kazanç yollarıyla
sınırlarsınız, o zaman yaptığınız iş ibadet sayılır ve ödülü hakedersiniz.
Bu şekilde kazanıp ailenize getirdiğiniz kazanç da mübarek kazançtır.
Yani Allah’ın iradesine uygun olarak yaptığınız herşey İbadet sayılır: bir
taşı ya da başka bir şeyi insanlara zarar vermesin diye yolun dışına
atmak; hasta bir insanı tedavi etmek, kör bir insana yol göstermek, acı
çeken bir insana yardım etmek; yalan söylemekten, insanların
arkasından konuşmaktan, alay ve iftira etmekten kaçınmak; insanları
incitmekten çekinmek; doğru ve adaletli konuşmak; bütün bunlar birer
ibadettir.
O zaman gerçek ibadet Allah tarafından gösterilen yolu takip etmek
ve çocukluktan ölüme kadar O’nun emirlerine uygun bir hayat
yaşamaktır. Bu ibadetin tatili yoktur; sürekli yerine getirilmelidir. Belirli
bir şekli de yoktur; söylediğiniz ve yaptığınız herşeyle Allah’a hizmet
etmelisiniz. “Şu zamanlarda Allah’ın kuluyum, şu zamanlarda değilim”
diyemeyeceğinizden, Allah’a hizmet etmek için belirli zamanları
bekleyemezsiniz. Eğer Allah’a saygı gösterip tapıyorsanız, seviyor ve
korkuyorsanız hareketlerinizin temelinde bu duygular olacak ve sizin
ibadetinizi oluşturacaklardır.
Kardeşlerim! şimdi bana “O zaman emredilen namaz, zekât, oruç,
hac gibi dini görevlerin hayatımızdaki yeri nedir, diye sorabilirsiniz.
Allah’ın bize emrettiği bu ibadetler bizi hayatımız boyunca
sürdüreceğimiz daha büyük ibadete hazırlar. Onlar hayatlarımızı ibadete
çevirmenin araçlarıdır. Namaz size günde beş kere yalnız Allah’ın kulu
olduğunuzu ve sadece O’na hizmet etmeniz gerektiğini hatırlatır. Oruç
da sizi her yıl bir ay boyunca bu ibadete hazırlar. Zekât, kazandığınız
paranın size Allah’ın bir hediyesi olduğunu onu sadece fiziksel
zevkleriniz ya da maddi ihtiyaçlarınız için değil Allah’ın emrettiği
şekilde harcamanız gerektiğini hatırlatır. Hac ise kalbinize Allah’ın
sevgisini ve korkusunu öyle bir yarleştirir ki bir kere kök saldıkları
zaman hayatınız boyunca orada kalırlar.
Eğer bu ibadetleri yerine getirerek onların özündeki anlamı
kavrarsanız ve bütün hayatınız bir çeşit ibadete dönüşürse, bu demektir
ki namazınız gerçek bir namaz, zekâtınız gerçek bir yardım, haccınız
gerçek bir hacdır. Ama eğer kavrayamazsanız başlarınızı eğip
dizlerinizin üstünde oturmanızın, secdeye varmanızın, aç ve susuz
günler geçirmenizin, bir formalite olarak hacca gitmenizin ve zekât için
bir kenara para ayırmanızın hiç bir faydası olmayacaktır. İbadet insan
vüdudu gibidir: ruhu olan hareket eden ve çalışan bir insan vücudu gibi;
fakat eğer ruhu yoksa bir cesetten farksızdır. Bir cesetin de elleri,
ayakları, gözleri ve burnu vardır fakat biz onu toprağa gömeriz çünkü
ruhtan yoksundur. İşte ibadetler de böyledir, eğer ruhtan yoksunsalar,
eğer Allah’a karşı sevgi, korku, bağlılık ve itaat yaratamıyorlarsa ölü
bedenlere benzerler.
Her ibadet şekliyle hayatlarımızı nasıl tümüyle bir ibadete
dönüştüreceğimizi, gerçek anlam ve amaçlarını kavradığımız taktirde,
her birinin hayatlarımızda ne kadar güzel bir değişiklik meydana
getireceğini anlamaya çalışmalıyız. 

3.NAMAZ 
NAMAZIN FAYDALARI

Müslüman kardeşlerim!
Allah’ın bizden yerine getirmemizi istediği en önemli ibadet şekli
namazdır. Namaz bizi hayatımız boyunca Allah’a ibadet etmemiz için -
ki bunun için yaratıldık- hazır tutar.
Niçin önemli olduğunu ve gerçek anlamının ne olduğunu iyi
düşünün.
Namaz bir tapınma şeklidir. İlk önce tapınmanın ne olduğunu
hatırlayalım. Tapınma hayatınız boyunca Allah’a saygı göstermek,
hizmet ve itaat etmektir. Allah’ın kulları olarak doğduğumuzdan,
herhangi bir zamanda ya da durumda O’na hizmet etmekten
vazgeçemeyiz. Ve her zaman O’nun arzu ettiği gibi birer kul olmak
zorundayız. Nasıl belirli bir zaman için Allah’ın kulu olabileceğinizi
söyleyemezseniz, sadece belirli zamanlarda ibadet edip, diğer zamanları
da dilediğiniz gibi geçiremezsiniz. O’na tapmak için doğdunuz. Öyleyse
bütün hayatınızı O’na ibadet etmek için ayırmalı, bunu bir saniye bile
ihmal etmemelisiniz.
Fakat ibadet kesinlikle günlük hayatı bırakıp bir köşede sürekli
Allah’ın adını anmak değildir. İbadet, dünyada yaptığınız herşeyin
Allah’ın emirlerine uygun olması demektir. Uyurken, uyanıkken,
yerken, içerken, çalışırken, kısacası yaptığınız her işte, eğer Allah’ın
emirlerine uyarak yapmışsanız, ibadet etmiş sayılırsınız.
Evde aileniz ve akrabalarınızla birlikteyken onlara Allah’ın emrettiği
şekilde davranın. Arkadaşlarınızla konuşurken, eğlenirken hep Allah’ın
kulu olduğunuz bilinci içinde olun. İşyerinizdeyken, diğer insanlarla
birlikteyken, hangi hareketlerin geçerli ve uygun olduğuna ve
hangilerinin olmadığına dair Allah’ın verdiği emirleri göz önünde
bulundurun.
Hiç kimsenin sizi görmediği gecenin karanlığında suç
işleyebileceğinizi hissedersiniz, ama şimdi Allah’ın sizi gördüğünü,
kendisinden korkulacak tek varlığın insanlar değil O olduğunu
hatırlamanın zamanıdır. Polisin ya da herhangi bir şahidin sizi
göremeyeceği suç işlemeye çok uygun bir durumdayken yine hatırlayın
ki Allah herşeyi görür. O’nun hoşlanmayacağı geçici bir kazançtan
kaçının. Allah’a itaat etmenin O’nu memnun edeceği ve O’ndan
kazanacağınız şeyin geçici, dünyevi bir kayıptan kat kat daha fazla
olacağı bilinciyle, gerçeğin ve bağlılığın yolunu izlerken uğrayacağınız
herhangi bir maddi kaybı seve seve kabullenin.
Dünyadan vazgeçip bir köşede tespih çekerek oturmak da ibadet
değildir. İbadet; Allah’ın yolunu takip ederken günlük yaşama da bağlı
kalmaktır. Zikir (Allah’ı hatırlamak); Allah’ın adını yalnızca sürekli
söylemek değildir. O’nu gerçekten hatırlamak; günlük yaşamınızdaki
olayların içine daldığınızda O’nun adını ve iradesini aklınızda tutmanızı
gerektirir. Allah’ı hatırlamak demek, O’nu size unutturacak pek çok iş
arasındayken bile unutamamak demektir. Hayatta Allah’ın yolundan
çıkmaya müsait olan zamanlarda, çıkar sağlama içgüdünüzün sizi
kışkırtttığı anlarda, O’nun kanunlarını izlemeniz gerektiğini bir an bile
aklınızdan çıkarmamalısınız. Bu, Allah’ı gerçekten hatırlamak demektir.
Bu hatırlamaya Kur’an’da şöyle yer verilir:
Namazı kıldıktan sonra yeryüzüne yayılın ve Allah’ın bağışını arayın; Allah’ı sık sık
anın ki kurtuluşa eresiniz. (Cum’a, 62/10).
İbadetin ne demek olduğunu aklımızda tutarak, namazın, ibadet
içinde bir hayat sürmemiz için gerekli olan nitelikleri anlamamızda bize
nasıl yardımcı olduğunu, ne gibi faydalar sağladığını düşünelim.
Hepimiz için gerekli olan ilk şey Allah’ın kulları olduğumuzu sürekli
hatırlamak ve hayatımızın her anını O’na adamaktır.
Bu şuuru canlı tutmak ve geliştirmek kolay bir görev değildir, çünkü
içinizde size sürekli “Beni takip et, büyük çıkarlar seni bekliyor” diyen
bir şeytan vardır. Aynı biçimde, çevrenizdeki değişik şekillere girmiş
şeytanlar “Bizi izlemezsen sıkıntıya düşeceksin” demektedirler. Sadece
Allah’ın kulu olduğunuzu sürekli hatırladığınız sürece, şeytan’ın bu
tuzak ve kışkırtmaları sizi altedemez.
Namazın yaptığı da budur. Sabah uyandığınızda güne başlamadan
önce namaz size bunu hatırlatır. Gün içindeki meşgul zamanlarınızda üç
defa ve yatmadan önce de bir defa bu gerçeği hatırlatır. Bu, namazın
birinci faydasıdır. Ve bu yüzden namaz Kur’an’da “hatırlatıcı” olarak
geçer (Ankebut, 29/45). Gerçek anlamı ve amacı Allah’ı hatırlatmasında
yatar.
İkinci olarak, hayatınızdaki her adımda Allah’a itaat etmeniz
gerektiğinden görevinizin ne olduğunu bilmeniz ve onu uygulama
alışkanlığı geliştirmeniz kaçınılmazdır? Eğer yapacağınız şeyin ne
olduğunu bilmezseniz, Allah’ın emirlerini nasıl yerine getirirsiniz?
Görevini anlayan ama disiplinsizlik yüzünden onu yerine getirmeyen
kişinin, günün her saati Allah’a itaate hazır ve istekli olması asla
beklenemez.
Polis ya da ordu teşkilatında görev alanlar yapacakları işlerin
kendilerine nasıl titizlikle öğretildiğini bilirler. Gün ve gece boyunca
çeşitli aralıklarla bir boru çalınır ve kısa sürelerle talimler yapılır. Bunun
amacı insanları uyarmak ve emirleri yerine getirmelerini sağlamaktır.
Bu yöntem tembelleri ve başarısızları ortaya çıkarır. Aynı bunun gibi
namaz da size günde beş kere çağrı yapar. Ezanı duyar duymaz Allah’ın
askerleri çabucak biraraya gelip O’na itaat etmeye hazır olduklarını
kanıtlamalıdırlar. Ezanı duyduğunda tepki göstermeyen bir Müslüman
Allah’a karşı olan sorumluluklarının anlamını ve önemini fark
etmiyordur; farkettiği halde yine tepki göstermiyorsa Allah’ın ordusu
içinde hiç bir işe yaramayan bir insandır.
Bu yüzden Hz. Muhammed, ezanı duyup da harekete geçmeyen
insanların evlerinin önünden geçerken yandıklarını hissettiğini söyler
(Buhari, Müslim). Böylece bir hadiste namaz, İslâm’la küfür arasındaki
farkı da açıklıyor.
Peygamber ve halifeleri zamanında cemaat namazlarına gelmeyen bir
kişi -öyle ki münafıklar bile kendilerini mecbur hissederlerdiMüslüman sayılmazdı. Namaza gelmedikleri zaman azarlanırlardı, fakat
gelince gönülsüz namaz kılarlardı.
Onlar Allah’ı azıcık bile anmadan, insanlar kendilerini övsünler diye, isteksizce namaz
kılmak için ayağa kalkarlar. (Nisa, 4/42).
Bu da gösteriyor ki namaz kılmadan Müslüman olmak hemen hemen
imkânsızdır. Çünkü İslâm sadece belli ilkelere inanmak değil
uygulamaya dökülmüş bir yaşam tarızıdır. İslâm Allah’a teslim olmak,
hayatınızın her anında küfür ve şeytan’a karşı savaşmak demektir. Asıl
mesajı her an Allah’a itaate hazır olmak gerektiğidir.
Namaz, günde beş kere, tekrar tekrar hazır olup olmadığınızı dener.
Müslüman olduklarını söyleyenler, iddialarını uygulamaya dönüştürüp
dönüştüremedikleri konusunda denenirler. Eğer dönüştüremiyorlarsa
inançlarının İslâm’da çok az değeri vardır. Çünkü Allah’a karşı
kalplerinde saygı beslemeyenler, namaz kılmayı zor bulduklarından
itaat etmeye hazır değillerdir.
Şüphe yok ki namaz kılmak zordur fakat Allah’tan korkanlara değil. (Bakara, 2/45).
Namazı kılmayı zor bulanların Allah’a ve ahiret gününe inançları yok
demektir ve onlar O’na itaate isteksiz ve hazırlıksızdırlar. Allah’a karşı
görev bilincine sahip olmak ve itaate her zaman hazırlıklı olmak
namazın bize sağladığı ikinci faydadır.
Üçüncü olarak Allah bilinci -O’nun huzurunda olmak, O’nun sevgisi
ve korkusu, O’nun hoşlanmayacağı şeylerden kaçınma gücükalplerimizi devamlı uyanık tutmayı gerektirir. Allah’ın sizi her zaman
ve her yerde gördüğüne, bütün yaptıklarınızdan haberdar olduğuna,
karanlıkta ve hiç kimse yokken bile sizi gördüğüne inanmadıkça İslâm’ı
uygulayamazsınız. İnsanlardan saklanmak ve dünyadaki cezadan
kaçmak mümkündür fakat Allah’tan ve O’nun cezasından kaçmak
mümkün değildir. İnsanı itaatsizlikten uzak tutan, Allah’ın kendisi için
belirlediği sınırlara dikkat etmeye sevkeden işte bu bilinç, bu duygu, bu
inançtır. Bu bilinç olmadan gerçek bir Müslüman olarak
yaşayamazsınız. Allah size bu bilinci inançla güçlendirmeniz için günde
beş vakit namaz kılmayı emretmiş ve namaz kılmanın sağladığı faydayı
da şöyle açıklamıştır:
Şüphesiz ki namaz, sizi bütün utançlardan ve bütün yanlışlardan korur. (Ankebut,
29/45).
Namaz bu bilinci içinizin derinliklerine gömer. Örneğin sadece
temizken ve abdestliyken namaz kılabilirsiniz. Fakat yıkanmadığınızı,
elbiselerinizin temiz olmadığını, abdest almadığınızı sizden başka kimse
bilemez. Ama asla böyle şeyler yapmazsınız çünkü yaptıklarınızı
Allah’tan gizleyemeyeceğinizi bilirsiniz. Aynı şekilde namaz sırasında
alçak sesle okunan duaların hepsini gerçekten okuyup okumadığınızı da
kimse bilemez. Fakat böyle bir “düzenbazlık” yapmazsınız. Niçin?
Çünkü Allah’ın herşeyi duyduğuna inanırsınız; O size şah damarınızdan
daha yakındır. Ve yalnız olduğunuz, sizi görebilecek hiç kimsenin
olmadığı zaman bile namaz kılarsınız çünkü ondan hiç bir suçu
gizleyemeyeceğinizin farkındasınızdır.
İşte namaz böylece insanın kalbindeki Allah korkusunu ve O’nun
gözetimi altında yaşadığı inancını uyanık tutar ve devamlı kılar. Eğer bu
korku ve bilinç kalbinizde sürekli canlılığını korumazsa, Allah’a nasıl
ibadet ve hizmet eder ve yirmi dört saat boyunca nasıl bağlı kalırsınız.
Bu duygulardan yoksun kalırsanız, günlük yaşamınız içinde sadece
Allah rızası için nasıl iyilikle kucaklaşır, kötülükten kaçarsınız.
Allah hakkındaki bilincinizi diri tutmak namazın üçüncü faydasıdır.
Dördüncü olarak, Allah’a ibadet için O’nun kanunlarını bilmeniz
gerekir; bilmeden onları izleyemezsiniz. Namaz bu bilgiyi büyüten bir
araçtır. Namaz kılarken Kur’an’dan okuduğunuz bölümler size Allah’ın
kanununu öğretirler. Cuma toplantıları ve vaazların amacı da İslâmî
bilgileri öğrenmenizi sağlamaktır. Eğer namazda söylediklerinizin
anlamlarını öğrenmek için hiç bir çaba harcamıyorsanız bu sizin
hatanızdır. Eğer denemediyseniz anlamamaktan şikayet etmenin hiç bir
faydası yoktur. Öte yandan Cuma vaazlarını yeteri kadar İslâmî bilgi
alacak şekilde dinlemiyorsunuz.
Beşincisi, hiç bir Müslümanın bu dünyadaki kargaşa içinde Allah’a
yalnız başına ibadet etmemesi gerekir. Müslümanlar güçlü topluluklar
oluşturmak, Allah’a hizmet ve itaat ederken O’nun kanunlarını
uygulayıp dünyaya yayarken üstlendikleri elçilik görevinde birbirlerine
yardım etmek için biraraya gelmelidirler. Allah’a inananlarla O’nu
reddedenler her zaman karşı karşıya gelmişlerdir; “teslimiyet”le “isyan”
arasındaki savaş sonsuzdur. İsyankârlar Allah’ın kanunlarını yıkarak,
yaşadıkları yerlere şeytanın kanunlarını yerleştirirler. Müslümanlar bu
duruma etkili bir biçimde teker teker karşı koyamazlar ve bu yüzden de
Allah’ın gerçek kullarının güçlerini birleştirmeleri gerekir. Namaz bu
birleşik gücün özünü meydana getirir. Günde beş vakit kılınan toplu
namazlar, Cuma namazı, bayram namazları, bütün bunlar sizi güçlü bir
duvar haline getirip günlük yaşamda Allah yolunda birbirinize yardım
etmeniz için ihtiyacınız olan bir amaç birliği, bağlılık ve gerçek bir
dayanışma yaratırlar.
Namazın ümmet içinde toplumsal bir bağlılık yaratması ve onu
güçlendirmesi beşinci faydasıdır.

NAMAZ KILARKEN NELER SÖYLERİZ?
Müslüman kardeşlerim!
Namaz bizi ibadete, Allah’a hizmete ve itaate hazırlar. Namazda
söylediğiniz sözlerin anlamlarını tam olarak bilmeseniz bile namaz
kalbinizdeki Allah korkusunu ve Allah’ın her yerde sizinle beraber
olduğu, sizi gördüğü bilincini canlı tutar; ayrıca size bir gün bütün diğer
insanlarla birlikte Allah’ın huzuruna çıkıp hayatınızın hesabını
vereceğinizi de hatırlatır. Namaz Allah’ın, sadece Allah’ın kulu
olduğunuz ve yalnızca O’na itaat ve ibadet etmeniz gerektiği fikrini
korumanızı sağlar.
Namazda söylediğiniz sözlerin anlamını tamamen kavradığınız
zaman imanınız daha da derinleşir. O zaman namaz, bütün hayatınızı
şekillendirme gücü kazanır -düşüncelerinizi, sözlerinizi ve
hareketlerinizi.
Bu yüzden namazda ne söylediğinizi bilmek önemlidir.
İlk önce sizi günde beş kere namaza çağıran ezanın sözlerine
bakalım:
Allahü ekber, Allahü ekber
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.
Eşhedü en la ilahe illallah
Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim.
Eşhedü enne Muhammedu’r-rasulullah
Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederim
Hayyal el salah
Namaza gelin.
Hayyal el felah
Kurtuluşa gelin.
Allahü ekber, Allahü ekber
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.
La ilahe illallah
Allah’tan başka ilah yoktur.
Çağrı ne kadar güçlü ve sözler ne kadar güzeldir. Bu sözler bize
diğerlerinin büyüklük iddialarının ne kadar yapmacık olduğunu sürekli
ve güçlü bir şekilde hatırlatır. Göklerde ve yerde ibadet edilmeye değen
bir tek O vardır. Sadece O’na ibadet etmek bizi bu dünyada ve ahirette
mutluluğa kavuşturacaktır. Kim bu sesi duyup da harekete geçmekte
tereddüt edebilir? Kalbinde imanı olan biri nasıl böyle güçlü bir çağrıyı
duyar ve bir an önce koşup efendisinin önünde eğilme isteği duymaz.
Ezanı duyunca yataktan kalkarsınız ve abdest alırsınız. Bu neyi
gösterir? O zaman bütün evrenin yaratıcısının huzuruna çıkmanın,
dünyada yaptığınız bütün işlerden daha değişik olduğunun farkına
varırsınız. Temizlenmeden, giysilerinizi temizlemeden, abdest almadan,
O’nun huzuruna çıkamazsınız. Abdest aldığınız sırada uzuvlarınızı
yıkarken, sürekli Allah’ı hatırlarsınız. Abdesti bitirdikten sonra Allah’ın
elçisi, tarafından öğretilen duayı okursunuz. Böylece sadece uzuvlarınız
değil kalbiniz de yıkanmış olur. Şimdi bu duanın sözlerine bakalım:
Eşhedü enla ilahe illallah vahdehu la şerike leh, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu
ve resuluhu.
Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. O tektir, ortağı yoktur. Muhammed’in
O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.
Allahümme celni mina tevbine ve celni mina el-mutatahhirin.
Ey Allahım! Beni de tövbe eden, kalbi temiz kullarının arasına al.
Bundan sanra namaz için hazır olursunuz. Yönünüz kıbleye döner ve
ilk kelimeleri söylersiniz:
Allahü ekber
Allah en büyüktür.
Allah’ın hâkimiyetinin herşeyden üstün olduğunu söyledikten sonra
bütün dünyadan vazgeçer gibi ellerinizi kulaklarınıza götürürsünüz.
Daha sonra ellerinizi birleştirir ve sizi yaratanın karşısında saygıyla
durursunuz. Daha sonra Allah’ı şu şekilde yüceltir ve översiniz:
Subhaneke Allahümme ve bihamdike ve tebare kesmüke ve teala ceddüke ve la ilahe
gayruk.
Yücelik sendedir Allahım, bütün övgüler sanadır. Senin ismin güzeldir ve senin
görkemin yücedir. Senden başka ilah yoktur.
O’nun korumasını istersiniz:
Eüzü billahi mine’ş şeytani’r racim.
Kovulmuş şeytan’dan Allah’a sığınırım.
Daha sonra Allah’ın adını söyleyerek O’nun rahmetini ve yardımını
istersiniz.
Bismi’llahi’r-Rahmani’r-Rahim
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.
O’nu över, teşekkür eder ve size yol göstermesini istersiniz.
Kur’an’ın açılış suresi Fatiha’da da bunu yaparız.
Elhamdü lillahi Rabbi-l Âlemin
Bütün hamd Allah’a ki bütün âlemlerin Rabbi’dir.
Er-Rahmanir -Rahim
Esirgeyendir, bağışlayandır.
Maliki yevmiddin
Din Günü’nün sahibidir.
İyyake na’budu ve iyyake nesta’in
Yalnız sana kulluk ederiz, yalnız senden yardım dileriz. İhdinas sırate’l-mustakim
Bizi doğru yola ilet.
Sırate’l-lezine en’amte aleyhim
Nimetlerine erenlerinin
Gayril mağdubi’aleyhim ve led’dallin
Kızgınlığını kazanmayanların, yoldan çıkmayanların yoluna.
Amin
Duamızı kabul et.
Sonra her biri güzellik ve hikmet dolu olan Kur’an’ın bazı
bölümlerini okumaya başlarsınız. Bunlar sizi, Fatiha Suresinde
Allah’tan istediğiniz doğru yola ulaştıracak çözümler olduğu gibi aynı
zamanda bazı öğütler, uyarılar ve derslerdir de. Şimdi namazda
okuduğunuz bu dualardan bazılarının anlamlarına bakalım.
Asr Suresi (103)
Ve’l asr, inne l-insane le fi hüsr
Zaman hakkı için insan zarardadır.
İllellezine amenü ve amilü’s-salihat
İnanıp yararlı iş işleyenler
Ve tevasav bil hakkı tevasav bi’s-sabr
Birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler
zarardan kurtulanlardır.
Bu sûre bize, kayıptan, başarısızlıktan ve yok olmaktan kurtulmak
için izlenecek tek yolun inançlı olmak ve yararlı işler yapmak olduğunu
öğretiyor. Ayrıca inananlar kendi aralarında toplanıp birlikte çaba
sarfetmeyi ve doğrulup yolunda güçlü olmak için birbirlerine yardım
etmelidirler.
Maun Suresi (107)
Eraeyte ‘l-lezi yukezzibü bid’-din
Dini yalan sayan kişiyi gördünüz mü?
Fe zalike ‘l-lezi yed’uu’l-yetim
İşte odur öksüzü iten kakan.
Vela yehuddu ala ta’ami’l-miskin
Ve odur yoksulu doyurmak için önayak olmayan.
Fe veylün li’l musalline’l-lezine hüm’an selatihim sahun ellezine hüm yüra ‘une ve
yemne’une’l-ma’un
Vay haline o namaz kılanların ki kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler, gösteriş
yaparlar onlar ve en sakınılmayacak yardımları esirgerler.
Bu sure de bize, inanç olmadan Allah’ın yolundan gidemeyeceğimizi
ve insanlara karşı olan görevlerimizi yerine getiremeyeceğimizi
öğretiyor. Ayrıca kişiyi sorumluluğa ve elindekini başkalarıyla
paylaşmaya yöneltmeyen bir inancın gerçek inanç olmadığını söylüyor.
Hümeze Suresi (104)
Veylûn li külli humezeti’l-lümezeh
(insanları) arkadan çekiştiren, yüze karşı alay eden kişinin vay haline
Ellezi ceme’a malen ve addedeh
Ki o, (dünya) malını toplayıp toplayıp tekrar sayandır.
Yahsebu enne malehu ahledeh
Malının gerçekten kendisini ebedi kılacağını zanneder.
Kella le yunbezenne fi’l-hutame
Hayır o elbette Hutame’ye atılacaktır
Vema edrake me’l-Hutame
O hutame’nin mahiyetini sana kim bildirdi?
Narullahi’l mukadetu’l-leti teddali’u ale’l-efideh
Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir ki o kaleplerin üstüne çıkacaktır.
İnneha aleyhim mu’sadetü’n fi amedin mümeddedeh.
Muhakkak ki bu, onların üzerlerine uzatılmış direklerle kapatılmış (olacak)tır.
Bu sure de yine aynı toplumsal durumu bildiriyor. Başkalarını
yerenleri ve iftira edenleri şiddetle eleştiriyor. Fakat bir gün mutlaka
geride bırakacağımız bu zenginlikler kalplerimizi yakan bir ateşe
dönüşecekler. Kısacası namaz kılarken Kur’an’dan okuduğunuz her sure
ya da ayet size ders vererek ya da yol göstererek Allah’ın emirlerini
bildiriyor.
Bunları okuduktan sonra Allahü ekber dersiniz ve rüku edersiniz.
Ellerinizi dizlerinize koyarak Rabbinizin önünde eğilirsiniz ve şu sözleri
üç ya da beş kere tekrar edersiniz.
Subhane rabbiyel azim
En büyük olan Allah’a hamdolsun.
Sonra tekrar doğrulursunuz ve
Semi Allahü li men hamide dersiniz.
Allah O’nu övenleri duyar.
Daha sonra tekrar Allahü ekber diyerek eğilip alnınızı yere koyarsınız
ve şu sözleri tekrar edersiniz:
Subhane rabbiye’ l-a’la
En yüce olan Allah’a hamdolsun.
Sonra Allahü ekber diyerek başınızı kaldırır ve oturursunuz.
Otururken aşağıdaki sözleri söylersiniz.
Et-tahiyyatu li ‘lahi ve’ s-selevatu ve’t-tayyibat
Bütün övgüler, bütün dualar ve bütün iyi işler Allah’a aittir.
Es-selamu aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatüh
Ey yüce Peygamber, Allah’ın rahmeti, bereketi, selamı ve selametliği senin üzerine
olsun.
Es-selamu’ aleyna ve ala ibadi’ llahi’s-salihin
Selam ve selametlik bize ve Allah’ın iyi kullarına olsun.
Eşhedü en la ilahe illa’ llah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluh.
Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna
şahitlik ederim.
Şehadet getirirken baş parmağınızı kaldırırsınız: bu hareket sizden
istenen hayatı yaşadığınıza dair verdiğiniz sözün yenilenmesini temsil
eder. Şehadet getirirken de özel bir dikkat gösterir, önemini belirtirsiniz.
Daha sonra sıra Hz. Muhammed için okunan dualara gelir.
Allahümme salli ala Muhammedin ve ala al-i Muhammedin kema salleyte ala İbrahime
ve ala al-i İbrahime inneke hamidün mecid. Allahümme barik ala Muhammedin ve ala
al-i Muhammedin kema barekte ala İbrahime ve ala al-i İbrahime inneke hamidün
mecid.
Ey Allah’ım Hz.İbrahim ve aline (insanlarına) salat ettiğin gibi Hz. Muhammed ve alini
de salat et. şüphesiz ki övülmüş yalnız sensin, şan ve şeref sahibi yalnız sensin. Ey
Allah’ım Hz.İbrahim ve aline mübarek eylediğin gibi Hz. Muhammed ve alini de
mübarek eyle. şüphesiz ki övülmüş yalnız sensin, şan ve şeref sahibi yalnız sensin.
Namaz bir dua şeklidir fakat namazın sonuna doğru okuduğunuz özel
bir duayla size acı verebilecek bütün kötülüklerden Allah’a sığınırsınız.
Allahümme inni eüzü bike min azabi cehennem, ve eüzü bike min azabi’l-kabr, ve eüzü
bike min fitneti’l-mesihi’d-deccal, ve eüzü bike min fitneti ‘l-mahya ve ‘l-memat, ve
eüzü bike min el-me’semi ve ‘l mağremi.
Allahım! Cehennem azabından sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım,
Deccal’in kötülüklerinden sana sığınırım, hayatın ve ölümün zorluklarından sana
sığınırım, günahlardan ve borçlardan sana sığınırım.
Yukarıdaki duayı okuduktan sonra namaz sona erer. Şimdi Allah’ın
huzurundan çekilmelisiniz. Bunun için yapacağınız ilk iş başınızı önce
sağa, sonra sola çevirip dünyadaki herşeyin iyiliği ve güvenliği için dua
edersiniz:
Esselamu aleyküm ve rahmetu ‘llah Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.
Bu Allah’ın huzurundan dönüşünüzde dünyaya iyi haberler getirmeyi
temsil eder.
Yukarıda anlatılan, sizin sabah işe başlamadan önce kıldığınız
namazdır. Öğlen, öğleden sonra ve akşam olunca da aynı namazları
tekrarlarsınız. En sonunda yatmadan önce son defa Rabbinizin huzuruna
çıkarsınız.
Yatsı namazına eklenen namaza vitir denir. Günün bu üç rekatlık son
namazında Allah’la açık ve önemli bir anlaşma yaparsınız. Bu namazda
Kunut Duaları okunur. Kunutun anlamı Allah’ın huzurunda alçak
gönüllülük, boyun eğme ve hizmet gösterisidir. Yaptığınız bu
anlaşmanın sözlerini iyi dinleyin.
Allahümme inna nes’teinüke ve nes’tağfiruke ve nes’tehdike ve nü’minü bike ve netubü
ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüs’ni aleykel-hayra küllehu neş’küruke ve la
nekfüruke ve nah’leu ve net’rukü men yefcürük.
Ey Allah’ım! Biz ancak senden yardım isteriz; Senden bize yol göstermeni ve
günahlarımızı bağışlamanı dileriz; Allah’ım sana iman eder günahlarımızdan tevbe edip
sana döneriz; işlerimizde sana dayanır sana güveniriz; seni bütün işlerimizde hayırla
anar, sana daimi verdiğin bunca nimetlerden dolayı şükrederiz; asla nankörlük
yapmayız; sana karşı nankörlük eden günahkârları bırakır ve onlardan ayrılırız. Onlarla
olan bağlarımızı keseriz.
Allahümme iyyake, na’büdü ve leke nüsalli ve nes’cüdü ve ileyke nes’a ve nah’fidü
ner’cü rahmeteke ve nah’şa azabeke inne azabeke bil’küffari mül’hık.
Ey Allah’ım! Biz ancak sana ibadet ve kulluk ederiz. Ancak senin rızan için namaz kılar
ve yalnız sana secde ederiz. Ancak sana koşar ve sana yaklaştıracak, senin rızana
kavuşturacak şeylere koşarız. İbadetlerini sevinçle yapar, rahmetinin ve ihsanının
devamını ve çok olmasını isteriz. Yasak ettiğin şeyleri yapmayız ve azabından korkarız.
şüphe yok ki senin azabın kâfirlere ulaşır.
Kardeşlerim! Ezan sizi günde beş kere âlemlerin Rabbi olan Allah’ın
huzuruna çıkmaya çağırır; günde beş kere herşeyi bir kenara bırakarak
O’na koşarsınız; her namazdan önce bedeninizi ve ruhunuzu abdestle
temizlersiniz; ve namazda söylediğiniz her şeyin anlamını bilirsiniz.
Böyle bir durumda kalbinizde Allah’a karşı bir korkunun büyümesi,
O’nun emirlerine karşı geldiğinizde bir utanç hissederek, günahlarınızın
düşüncelerinize baskı yapması kaçınılmaz değil midir? O hade
namazdan işinize döndüğünüz zaman nasıl yalan söyler, namussuzca
davranır, başkalarının haklarına nasıl tecavüz eder, nasıl rüşvet ve faiz
alıp verir ve nasıl utanılacak ya da yasa dışı işler yaparsınız? Ya da bu
işleri yaptıktan sonra nasıl bir sonraki namazda Allah’a döner ve O’na
olan itaatinizi kanıtlamaya çalışırsınız? Daha ciddi söylemek gerekirse
günde kırk kere Allah’a “Yalnızca sana kulluk eder, yalnızca senden
yardım dileriz” dedikten sonra nasıl başka insanlara kul olursunuz.
Tam olarak anlaşılıp uygulandığı taktirde namaz ahlakınızı geliştirip
gerektiği zaman hayatınızı temelinden değiştirmelidir. Bu yüzden Allah
“şüphesiz ki namaz insanı yanlıştan ve utançtan korur”der. Eğer
değiştirmiyorsa sebep sizde gizlidir, namazda değil. Kömürün siyah
olması suyla sabunun suçu değildir. Arapça söylediğiniz sözleri
anlamamanız ya da onlara yeterince önem vermemeniz belki de
namazın önündeki en büyük engel. Bu sözleri kendi dilinizde okuyup
öğrenmek için birazcık daha fazla çaba sarfetmeniz size büyük yarar
sağlayacaktır.
CEMAATLE KILINAN NAMAZIN
FAYDALARI
Kardeşlerim!
Namazın bizleri itaat ve ibadette gittikçe daha yüksek seviyelere
çıkaracak olağanüstü bir güce sahip olduğu tamamen açıktır. Şimdi
namazın toplu halde kılındığı taktirde nasıl zenginleşeceğini
üzerimizdeki etkisinin nasıl artacağını bir düşünün. Aslında namazda
toplu hade aynı hareketleri yapmak Allah’ın bize verdiği en seçkin
hediyesidir.
Fakat önce ibadetin ne olduğunu ve namazın bizi ibadete nasıl
hazırladığını hatırlayalım. İbadet, Allah’ın kulları olarak O’nun
iradesine teslimiyet içinde yaşamak ve daima O’na itaate hazır olmak
demektir. Sizi bu ibadet seviyesine eriştiren özelliklerin çoğu namaz
tarafından geliştirilir. Bu özellikleri, Allah’ın kulu olduğunuz bilincine
sahip olmak, O’na, elçisine ve kitabına iman etmek, ikinci hayata
inanmak, Allah’tan korkmak ve O’nun herşeyi bildiğinin, size her
zaman yakın olduğunun farkında olmak, Allah’a itaate har zaman hazır
ve istekli olmak, emirlerini bilmektir.
Biraz daha düşündüğünüz zaman göreceksiniz ki tek başına ibadet
eden birisi ne kadar mükemmel olursa olsun diğer insanlara katılmadan
Allah’ın istediği gibi ibadet edemez. Her gün içiçe yaşamak zorunda
olduğunuz, devamlı ilişki içinde bulunduğunuz insanlarla ibadette de
yanyana olmazsanız Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmiş
sayılmazsınız. İnsan bu dünyada yalnız değildir: bütün hayatı boyunca
ailesinin fertleriyle, dostlarıyla, iş arkadaşlarıyla, komşu ve
tanıdıklarıyla yüzlerce ilişkisi vardır. İbadet kişinin benliğini sıkı sıkıya
kavradığı ölçüde ilişkilerini de çevreler. Eğer bu insanlar Allah’ın
iradesine göre yaşarlarsa, O’nun inançlı kulları olmayı başarabilirler.
Fakat eğer bu insanlar hep birlikte itaatsizlik eder ya da Allah’ın
emirlerini takip etmede birbirlerine destek olmazlarsa, sadece bir kişinin
hayatını Allah’ın kanunlarına adaması gerçekten mümkün olabilir mi?
Kur’an da dikkatle okunduğunda gösteriyor ki Allah sizlerden teker
teker bağlı ve itaatkar kullar olmanızı istemiyor. Bu yeterli değildir.
Bütün dünyayı Allah adı altında toplamak O’nun kelâmını yaymak ve
kurallarını uygulamak için çaba sarfetmelisiniz. şeytanın hüküm süren
kurallarını kökünden söküp atmaya çalışmalısınız. Hayatınıza sadece
Allah’ın hâkimiyetini yerleştirmelisiniz.
Allah tarafından verilen bu önemli görev sadece bir Müslüman
tarafından gerçekleştirilemez. Tek başlarına savaştıkları takdirde
yüzlerce ya da binlerce Müslüman bile şeytanın kullarına karşı etkili
olamaz. O zaman bu soylu görevi dürüstçe ve hep birlikte yerine
getirmek için çalışmalısınız.
Sadece birleşmekle de iş bitmez; kenetlenmeli, tek vücut olmalısınız.
Ortak çalışmalarınız kavga ve anlaşmazlıktan uzak olmalı, uyumlu bir
temele oturtulmalıdır. Yöneticilerinize karşı saygılı olmalı, ne zaman
itaat edip ne zaman etmeyeceğinizi iyi bilmelisiniz.
Şimdi toplu kılınan namazların bütün bu önemli özellikleri nasıl
geliştirdiğine bakalım.
Ezan sizi namaza çağırdığı zaman, herşeyi bir kenara bırakıp camiye
koşmalısınız. Bu çağrıyı duyar duymaz dört bir yandaki Müslümanların
seferber olarak tek bir merkezde toplanmaları tıpkı ordularda bulunan
bir disiplin duygusu yaratır. Boru sesi askerlere kumandanlarının
kendilerini çağırdığını haber verir; ilk düşündükleri şey çağrıya itaat
etmek ve daha önceden kararlaştırılmış olan yerde toplanmaktır. Ve öyle
yaparlar. Ordu, böyle bir sistemi, askerlerde bireysel ve toplumsal
düzeyde tek bir takım içinde kaynaştırdığı için benimser. Böylece silahlı
bir çatışmayla karşılaştıkları taktirde her bireyi aynı amacı taşıyan bir
topluluk oluşturabileceklerdir. Askerler ne kadar iyi eğitilmiş ve ne
kadar yürekli olurlarsa olsunlar eğer tek başlarına savaşırlarsa, elli
askerlik bir düşman müfrezesi, bin kişilik yürekli bir orduyu vurup
öldürebilir.
Tamamıyla aynı nedenden ötürü sizden, ezanı duyar duymaz herşeyi
bırakıp günde beş kere namaz için bir araya gelmeniz isteniyor. Fakat
benzerlik bu kadardır. Bundan sonra siz Müslümanlar olarak Allah’ın
ordusunu oluşturursunuz ve bu ordunun görevi, dünyadaki herhangi bir
ordunun görevinden çok daha zor ve değişiktir. Çünkü diğer ordular
belirli bir cephede savaşırlar. Fakat Allah’ın ordusu sürekli bir savaş
sürdürmek zorundadır ve bu savaş şeytanın kendi içlerindeki ve
çevrelerindeki zorlmalarına karşıdır. İlahi çağrının sesiyle günde beş
kere toplanmak bu sürekli mücadeleye her zaman hazır olmanın bir
göstergesidir. Bu önemli görevlerinin bilincinde olduklarından, sıkı
disiplin onlara kolay gelir.
Camide toplanmanın pek çok faydaları vardır: orda birbirinizle
buluşur ve tanışırsınız. Caminin içinde de dışında da Allah’ın kulları
olarak, tek peygamberin takipçileri, tek kitabın inananları olarak ortak
bir amaçla biraraya gelmeniz sizi berbirinize yaklaştırır. Böyle bir
tanışıklık, böyle bir birlik ve böyle bir bağlılık sizi doğal olarak etkiler
ve sizde aynı ordunun askerleri ve birbirinizin kardeşi olduğunuz, tek
bir topluluk oluşturduğunuz duygusu uyandırır. İlgi alanlarınız,
amaçlarınız, kayıplarınız ve kazançlarınız hep aynıdır; ve hayatlarınız
birbirine bağlanmıştır.
Birbirinizi düşman ya da yabancı olarak değil, arkadaş ve kardeş
olarak görürsünüz. Ve bir kardeşinizi kötü elbiseler içinde
gördüğünüzde, bir başkasının mutsuz ya da aç, bir başkasının da sakat
ya da kör olduğunu gördüğünüzde yüreğinizde kaçınılmaz bir merhamet
duygusu uyanır. Varlıklı olanlar fakir ve ihtiyaç içinde olanlara yardım
ederler; sıkıntıdaki kişi, zengin olana başvurma cesaretini bulur;
herhangi bir sebepten dolayı camiye gelmeyen birini ziyaret edersiniz;
ve kardeşlerinizden biri öldüğünde cenaze namazına katılır ailesinin
acısını paylaşırsınız. Bütün bunlar ortak sevgi bağlarınızı güçlendirir ve
sizi birbirinizin yardımcısı yapar.
Biraz daha düşünelim: kutsal bir mekanda kutsal bir amaç için
toplanırsınız. Bu, hırsızların, sarhoşların, kumarbazların ya da
çıkarcıların değil, Allah’ın evinde, Allah’a ibadet etmek üzere bir araya
gelmiş Allah’ın kullarının toplantısıdır. Böyle bir ortamda samimi bir
insan, elinde olmayarak günahlarından utanır. Bu ezici bir utançtır ve
özelikle bu günahtan etkilenen ya da ona tanık olmuş biriyle o topluluk
içinde karşılaştığı zaman tövbe etmek ister. Eğer birbirinize nasıl
danışmanız gerektiğini, birbirinizin hatalarını şefkat, sevgi ve anlayışla
nasıl düzeltmeniz gerektiğini bilirseniz, toplu namazların faydaları
katlanarak artacaktır. Kişisel yetersizliklerin üstesinden kolayca
gelinecek ve toplumun bütün fertleri doğruluk ve dindarlık içinde hızla
birleşecektir.
Bunlar sadece birlikte dua etmenin getirdiği faydalar. Fakat kılınan
toplu namazların size sağlayacağı çok daha fazla yararlar vardır.
Namaz sırasında omuz omuza, yan yan durursunuz. Hiç kimse bir
diğerinden daha üstün değildir. İlahi mahkemede, Allah’ın huzurunda
hepiniz tek bir sınıfa ait ve aynı konuma sahipsinizdir. Yanındakinin
elinin ya da bedeninin kendisine değmesinden hiç kimse rahatsız olmaz.
Çünkü insan olmaktan dolayı hepimiz eşit derecede temizizdir. Tek bir
Allah’ın kulu ve tek bir dinin inananlarıyızdır.
Ulusal ve dilsel önyargılar yıkılmıştır. Değişik ailelerden,
milletlerden ve ülkelerden (kiminiz Seyyit, kiminiz Patan, kiminiz
Rajput, kiminiz de Cat’sınız. Değişik ülkelerden gelip, değişik diller
konuşursunuz) gelseniz bile aynı sıraya dizilip aynı Allah’a ibadet
edersiniz. Bu da sizleri tek bir devlet, tek bir millet yapar. Aile, ırk ve
devlet farlılıklarının hiç bir önemi yoktur. Sizi birbirinize bağlayan tek
şey Allah’a hizmet ve ibadet etmenizdir. Namazda bir olurken niçin
başka şeylerde ayrılasınız ki?
Omuz omuza durduğunuz zaman, hükümdarının karşısındaki bir ordu
gibi olursunuz. Tek sıra halinde dururken, aynı hareketleri yaparken,
kolayca farkedilen bir birlik ruhu oluşur zihinlerinizde. Bu hareketleri
yapmanız el ve ayaklarınızı on, yirmi, yüz ya da bin kişi gibi değil de
tek bir insanmışsınız gibi hakeket ettirmeniz ve Allah’a hizmet ederken
tek vücut olmanız için yaratıldınız.
Böyle bir tek sıra oluşturduktan sonra Rabbinize olan teslimiyetinizi
dile getirirsiniz:
İyyake na’budu ve iyyake nestain
Yalnızca sana kulluk eder yalnızca senden yardım isteriz.
İhdina ‘s-sırata ‘l-mustakim
Bizi doğru yola ilet
Ve
Rabbena leke ‘l hamd
Allah’ım bütün övgülerimiz yalnızca sanadır.
Ve
Es-selamu aleyna ve ala ibadi ‘llahi ‘s-salihin.
Selam ve selametlik bize ve Allah’ın iyi kullarına olsun.
Daha sonra namazınızı bitirirken Allah’ın herbirinize huzur ve
rahmet vermesi ve sizleri bağışlaması için dua edersiniz.
Esselamu aleyküm ve rahmetulah
Allah’ın rahmeti, selamı sizin üzerinize olsun.
Bu da hepimizin birbirinin iyiliğini düşündüğünü gösterir. Her fert
Allah’tan bütün toplumun iyiliğini ister. Hiç birimiz herşeyi sadece
kendisi için istemez. Her Müslüman Allah’ın ihsanını bütün topluma
bağışlamasını, herkese doğru yolda yürüyebilme yeteneği vermesini
ister. Böylece namaz kalplerinizi birleştirip düşüncelerinizde bir uyum
yaratarak birbirinize karşı olan ilişkilerinizde iyi niyetinizi geliştirir.
Cemaati yöneten imam olmadan toplu namaz kılamayız. İki kişi
namaz kılarken bile bir tanesi imam, diğeri onun takipçisi olur. Cemaat
bir kere toplandıktan sonra, onun dışında namaz kılmak kesinlikle
yasaklanmıştır. Eğer kılarsanız namazınız geçersizdir. Geç gelenler de
cemaate aynı imamın arkasında katılmalıdırlar.
Bütün bu öğretiler sadece namaz için değildir. Aslında onlar çok
önemli bir ders verirler: Müslüman olarak yaşamak istiyorsanız
namazlarınızdaki gibi yaşayın: birlik ve düzen içinde. Bir imamınız
olmadan, düzenli bir topluluk oluşturamazsınız. Oluşturduktan sonra
ayrılmaksa Müslümanca bir yaşam tarzı olmaz.
Bir Müslüman’ın bütün hayatı ibadettir; onun için bütün dünya,
sadece Allah’a ibadet edilecek bir camidir. Toplu namazlar sırasında
imamla cemaat arasındaki ilişkinin amacı da liderlik hakkında bize
önemli dersler vermektir. Caminin dışında sizi yöneten insanlarla
ilişkilerinizin nasıl olması gerektiğini, onların sorumluluklarını ve
haklarını, onlara nasıl ve hangi durumlarda ittaat etmeniz gerektiğini,
hata yaptıkları zaman ne yapmanız gerektiğini, yanlış yaptıklarında
hangi sınırlara kadar onları izlemek zorunda olduğunuzu, hangi
durumlarda onlara hatalarını gösterme hak ve görevlerinizin doğduğunu
ve hangi şartlarda onları liderlikten menedebileceğinizi bu sayede
öğrenirsiniz. Toplumsal hayatınıza nasıl şekil vereceğinizi de küçük bir
camiye günde beş kere gitmekle öğrenebilirsiniz.
Şimdi, cami dışında da bize yol gösterecek olan bir imamı göz
önünde bulundurarak edineceğimiz bazı önemli kurallara bir göz atalım.
Bir: Bir imam kişilik yapısıyla, dindarlığıyla ve adaletiyle en iyiyi
yansıtmalıdır. İslâm ve özellikle Kur’an hakkında diğerlerinden daha
fazla bilgiye sahip olmalıdır. Olgun olmalıdır. Bunların en önemli
özellikler olduğunu Hz. Muhammed’de belirtmiştir. Bunlar
toplumunuza ya da devletinize lider seçerken neleri göz önünde
bulundurmanız gerektiği hakkında size yol gösterir.
İki: Bir imam toplumun çoğunluğu tarafından sevilmeli ve
sayılmalıdır; hiç bir imam namazı toplumun istemediği bir şekilde
kıldıramaz. Bu da lider seçmede önemli bir ilkedir.
Üç: Bir imam namazı cemaatin en yaşlısının bile güçlük çekmeyeceği
bir şekilde kıldırmalıdır. Namaz boyunca okunanlar, rükû ve secde
sadece genç ve güçlülerin ya da vakti bol olanların ayak
uydurabilecekleri kadar uzun olmamalıdır. Bir imam aynı zamanda
yaşlı, hasta ve güçsüzlerin ve işlerine yetişmek zorunda olanların
durumlarını da göz önünde bulundurmalıdır. Hz. Muhammed, bu
konuda bir incelik, merhamet ve sevgi örneği oluşturmaktadır; O,
cemaate namaz kıldırırken ne zaman ağlayan bir çocuk sesi duysa
annesi namazdan çabuk çıkabilsin diye namazı kısaltırdı (Buhari,
Müslim).
Dört: Eğer bir imam namaz kıldırırken rahatsızlanırsa, görevini
hemen arkasındaki insanlardan birine devretmelidir. Bu demektir ki, bir
ulusa liderlik eden bir insan da yerine getiremeyeceğini hissettiği zaman
görevini bırakmalıdır. Kişi bundan utanıp ya da bencillik edip işini
bırakmaktan kaçınmamalıdır.
Beş: İmamın hareketleri sıkı sıkıya takip edilmelidir. Ondan önce
hareket etmek kesinlikle yasaktır, o kadar ki bir hadise göre ondan önce
eğilen ya da secde eden biri öldükten sonra eşek gibi taşınacaktır
(Buhari, Müslim). Bu da bir ülkenin halkının kendilerini yöneten kişileri
nasıl takip etmeleri gerektiği hakkında bir derstir.
Altı: Bir imam namaz kıldırırken hata yapabilir. Örneğin, kalkması
gerekirken oturabilir ya da oturması gerekirken kalkabilir. İmamın bu
hatalarına “Subhanallah” sözüyle dikkati çekilmelidir. Subhanallah
sözüyle anlatılmak istenen şudur: “Saf ve kusursuz olan sadece
Allah’tır.” Bir insan olarak hata yapmanız doğaldır, fakat hatanızı
düzeltin. Bu şekilde uyarılan imam herhangi bir tereddüt ve rahatsızlığa
ya da itibarının azalacağı duygusuna kapılmadan hatasını düzeltmekle
yükümlüdür.
Eğer uyarıldıktan sonra imam kendi yaptığının doğruluğunda ısrar
edip namazı değiştirmezse cemaat, hata yapmasına rağmen imama
uymalıdır. Namazdan sonra cemaatin, imamı yanlış namaz kıldırdığına
inandırıp ondan namazı tekrar kıldırmasını istemeye hakkı vardır.
Yedi: Bu yöntem ufak hataları içeren durumlarla sınırlıdır. Eğer imam
peygamberin, sünnetine karşı gelerek namazın kurallarını değiştiriyorsa,
Kur’an’ı bilerek yanlış okuyorsa, namazı kıldırırken küfre ya da şirke
gidiyorsa ya da açıkça günah işliyorsa cemaat hemen dağılmalı ve
namaza devam etmemelidir.
Toplu namazlar hakkındaki bu yedi maddenin ışığında, imam ve
cemaat arasındaki ilişkiyle toplum yöneticileri ve vatandaşlar arasındaki
ilişki arasında benzerlikler kurulabilir.

NAMAZ ETKİSİNİ KAYBETTİ Mİ?
Müslüman kardeşlerim!
Bu kadar iyi ve yararlı olan namaz hayatlarımızda hiç bir değişiklik
yapmıyor diye kendinize soruyorsunuzdur. Niçin ahlakımızı geliştirip
kendimizi tamamen Allah’a adamamızı sağlamıyor? Niçin küçük
düşerek ve boyun eğerek yaşamaya devam ediyoruz?
Çünkü namazı düzenli bir şekilde ya da Allah’ın ve Peygamberin,
gösterdiği biçimde kılmıyorsunuz. Bu cevap sizi tatmin etmeyebilir.
Şimdi size bunu daha ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalışacağım.
Duvardaki saate bakın; birbirine bağlanmış pek çok küçük parçası
vardır. Kurduğunuz zaman bütün parçaları çalışmaya başlar ve parçalar
çalıştıkça saatteki değişikliği dışından farkedersiniz. Akrep ve yelkovan
her saniyeyi, her dakikayı göstermek için hareket eder. Saatin amacı
zamanı tam olarak bildirmektir. Bu amaç için gerekli bütün parçalar
yerli yerine konmuş ve herbirinin görevini yerine getirmesi için kurma
sistemi yapılmıştır. Saat sadece bütün parçaları birleştiği ve düzenli bir
şekilde kurulduğu zaman kendisinden bekleneni yerine getirebilir.
Eğer kurmazsanız zamanı göstermez. Eğer gerektiği şekilde
kurmazsanız ya durur ya da zamanı yanlış gösterir. Bazı parçalarını
çıkarmanız veya onları bir dikiş makinesinin parçalarıyla değiştirmeniz
hiç bir işe yaramaz; bu defa ne zamanı gösterir ne de dikiş diker. Eğer
saatin bütün parçalarını içine atar fakat bağlantılarını sağlamazsanız,
kurduğunuz halde hiç bir parçası çalışmaz. Aralarındaki bağlantıyı
kestiğiniz zaman parçaların var olması saatin görevini yerine getirmesi
için yeterli bir unsur değildir.
Böyle durumlarda saatin varolması ya da kurulması hiç bir işe
yaramaz. Fakat uzaktan bakan hiç kimse bunun bir saat olmadığını
söyleyemez. Onu kurduğunuzu gören biri yaptığınız işin gerçek bir çaba
gerektirdiğini düşünerek bu çabanın sonucunu görmeyi umacaktır. Ama
uzaktan gördüğü bu saatin gerçekte “varlığını” kaybetmiş olduğunu
anlayınca hayal kırıklığına uğrayacaktır.
İslâm’ın da bu saat gibi olduğunu farzedin. Nasıl ki saatin amacı
zamanı doğru olarak bildirmekse İslâm’ın amacı da bu dünyada
insanların Allah’ın vekilleri, O’nun varlığının bütün dünya önündeki
tanıkları ve gerçeğin sürekli takipçileri olmalarını sağlamaktır. Siz
kendiniz de Allah’ın emirlerini takip etmeli diğer insanları da bu amaçla
bir araya getirmeye çalışmalısınız:
Siz insanlar (ın iyiliği) için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği ister,
fenalığı reddedersiniz ve Allah’a iman edersiniz. (Âli İmran, 3/110).
Biz sizi (Müslümanları) böylece her tarafı denk (hak ve adaleti gözetir, ilim ve amel ile
tanınır) bir ümmet kıldık ki insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız. (Bakara, 2/143).
Allah, içinizden iman edenleri ve yararlı iş işleyenleri yeryüzünde hâkim kılacağını
vaadetti. (Nur, 24/55).
(Din namına bir) tazyik kalmayıncaya, bütün din Allah için oluncaya kadar onlarla
savaşın. (Enfal, 8/39).
Bu amacı gerçekleştirmek için tıpkı saatte olduğu gibi pek çok
gerekli parça İslâm içinde biraraya getirilmiştir. Ahlaki değerler ve
inançlar; günlük yaşamdaki kurallar; Allah’ın, kullarının ve bu
dünyadaki gözünüzle görebildiğiniz herşeyin hakları; para kazanmanın
ve harcamanın kuralları; savaş ve barış kanunları; devlet düzeni ilkeleri
ve devlete itaatin sınırları -bütün bunlar öyle bir düzen içinde
oturtulmuşlardır ki kurulur kurulmaz her parça hareket etmeye başlar ve
bu hareket soncunda arzu edilen sonuca ulaşılır. Allah’ın kuralları ve
İslâm’ın hâkimiyeti, size zamanı gösteren bir saatin içindeki parçalar
gibi işlemeye başlarlar.
Saatin değişik parçalarını birbirine bağlamak için vidalar ve küçük
metal parçaları kullanılır. Benzeri bir şekilde, İslâm’ın parçalarını
biraraya getirmek için oluşturulan topluluğa da cemaat ya da teşkilat
denir. Müslümanlar kandi aralarında organize olmalı, bilgili ve Allah
korkusuna (takva) sahip liderlere sahip olmalıdırlar; beyinlerini ve
vücutlarını kullanarak Allah’ın hükmü altında yaşamak için mücadele
vermelidirler.
Bütün parçalar bir araya getirilip yerli yerine konduğunda, onları
harekete geçirmek ve bu hareketin devamını sağlamak için düzenli bir
kurma sistemi gereklidir. Günde beş kere kılınan ve İslâmî hayatta bir
enerji yaratan namaz bu kurma işlemini gerçekleştirir. Bu saati
temizlemek de gereklidir: senede otuz gün tutulan oruç kalpleri ve
ruhları temizler. Saatin yağlanması ise zekâttır. Zekât, parçalara senede
bir sürülen yağ gibidir. Düzenli olarak kontrol edilmesi de hacdır. Kişi
hayatı boyunca en az bir kere hacca gitmelidir. Ne kadar çok gidilirse o
kadar iyidir.
Kurma, temizleme, yağlama ve kontrol etme işlemleri sadece bütün
parçalar saatin içinde olduğunda, saat ustası tarafından herbiri yerine
yerleştirildiğinde ve kurulur kurulmaz sonuca ulaşmak için çalışmaya
başlamaları için eğitildiklerinde işe yarar.
Oysa bugün durum çok farklıdır. En başta saatin parçalarını biraraya
getirdiğini varsaydığımız cemaatin üyeleri ve birleşik yapı dağılmıştır.
Sonuçta bütünlüğün ahengi bozulmuş, her birey kendi yoluna gitmiştir.
İsteyen istediğini yapmaktadır. Kimseden hesap soramazsınız. Herkes
kendisinden sorumludur. İslâm’ı yaşamak isteyen yaşar, eğer
istemiyorsa zorunlu değildir.
Bu sözde özgürlük sizi tatmin etmediği için saatin pek çok parçasını
çıkararak yerine aklınıza gelen herşeyi yerleştirdiniz -bir dikiş
makinasından, belki de bir fabrikadan ya da bir araba motorundan
aldığınız yedek parçalar. Sadık bir şekilde küfre hizmet ettiğiniz halde,
faiz aldığınız halde, hayatlarınızı sigorta ettirdiğiniz halde, sahte davalar
yürüttüğünüz halde, kızlarınız, kız kardeşleriniz ve eşleriniz İslâmî
davranışlardan vazgeçtikleri halde ve çocuklarınıza dünyevî ve maddeci
bir eğitim verildiği halde kendinizi Müslüman sayıyorsunuz. Kiminiz
Gandi’nin öğrencisi, kiminiz de Lenin’in takipçisi olmuşsunuz. İslâm
saatinin içine atmadığınız, İslâm’a uygun olmayan tek bir vida bile
kalmamış.
Buna rağmen kurduğunuz zaman saatin çalışmasını bekliyorsunuz.
Ve temizlemenin yağlamanın ve kontrol etmenin bir işe yaramasını
umuyorsunuz. Biraz düşününce göreceksiniz ki, bütün hayatınız
boyunca, ancak hiç bir etki altında kalmadan parçalarını yerinde
tutmanız şartıyla onu kurabilir, temizleyip yağlayabilirsiniz. Dışarıdan
getirip koyduğunuz parçaları alıp yerlerine kendi parçalarını
yerleştirmeden ve onları yeniden düzenlemeden hiç bir şey
gerçekleşemez. Sadece ve sadece o zaman, kurma ve diğer işlemler bir
sonuca ulaşabilir.
İşte bu durum namazlarınızın, oruçlarınızın, zekât-larınızın ve
haclarınızın hayatlarınıza etki etmemesinin sebebidir. Herşeyden önce
aranızdan pek az kişi bu ibadetleri yerine getiriyor. İslâm cemaatindeki
bu dağılma yüzünden herkes tek başına kaldı. Dini görevlerinizi yerine
getirip getirmediğinizle kimse ilgilenmiyor. Yerine getiriyor gibi
görünenlerin ibadetleri de tam değil. Toplu namazlara sürekli
katılmıyorlar. Başka hiç bir işi olmayanlaraysa imamlık görevi veriliyor.
Eğitimsiz, ahlaki niteliklerden yoksun, işsiz insanlar camilere
dağıtılmış. Onlar tarafından yönetilen cemaatler nasıl insanlığın liderleri
olurlar? Oruç, zekât ve haclarınızda da aynı durumlar söz konusu.
Bütün bu gerçeklere rağmen, yine de pek çok Müslüman’ın dini
görevlerini dürüst bir şekilde yerine getirdiklerini iddia edebilir, niçin
hiç bir değişiklik olmadığını sorabilirsiniz. Daha önce de söylediğim
gibi saatin parçaları birbirinden ayrılıp bir sürü yabancı cisim içine
girince kurup kurmamanız, temizleyip temizlememeniz ya da yağlayıp
yağlamamanız önemli değildir. Karşıdan saat gibi görünebilir. Dışarıdan
bakan biri “Bu İslâm, siz de Müslümansınız” diyebilir. Fakat saatin
içinin ne kadar karışık bir durumda olduğunu göremez.
Kardeşlerim! Namaz kılıp oruç tuttuğunuz halde niçin acımasız
yöneticilerin ayakları altında olduğunuzu anladınız. Fakat şimdi sizlere
çok daha acı verici bir şey söyleyeceğim. Pek çoğunuzun bu durumdan
pişmanlık duymasına rağmen diyebilirim ki 1000 kişiden 999’u
durumunu değiştirmek için çaba sarfetmiyor. Dağılan İslâm saatini
yeniden toparlamak için kalplerinde bir istek yok. Böyle bir yeniden
yapılanmanın kendi sevdikleri parçaların çıkarılması demek olacağını
anlayan ve bunu kabul etmeye hazırlıklı olmayanlar korkuyorlar. Birkaç
parçanın kenetlendikten sonra, kendilerini disipline sokmasından
korkuyorlar ve bunu yüklenmeye niyetli değiller.
Onun yerine saatin duvarda bir süs eşyası olarak asılı kalmasını ve
insanların ona bakıp İslâm’ın ne kadar güzel olduğunu ve ne büyük
mucizeler yaratabileceğini söylemelerini tercih ediyorlar. Bu saati
diğerlerinden daha çok sevdiği farzedilenler onu büyük bir istekle
sürekli kuruyor, bıkıp usanmadan temizliyorlar; fakat ne orjinal
parçalarını yerine takıp bir düzene oturtmak ne de gereksiz parçalardan
kurtulmak istiyorlar. Keşke size yaptıklarınızın ve inandıklarınızın
doğru olduğunu söyleyebilseydim, ama yanlış olduğuna inandığım bir
şeyi söyleyemem. Sizi temin ederim ki günde beş vakit kıldığınız
namazlara teheccüd (gece kılınan), işrak (güneş doğduktan sonra
kılınan), ve cest (sabah kılınan) namazları da ekleseniz, günde dört saat
Kur’an da okuyup, bütün Ramazan ayını ve kalan on bir ayı oruç
tutarak da geçirseniz hiç bir şey başaramazsınız. Size gereken saatin
kendi parçalarını kendi yerlerine sağlam bir şekilde yerleştirmektir.
Daha sonra onu biraz kurmanız bile düzenli bir şekilde çalışmalarını
sağlayacaktır ve çok az bir temizleme yetecektir.
Ve mâ aleynâ ille ‘l-belâğ
Size gerçeği bildirmekten başka sorumluluğumuz yok.

4. ORUÇ
ORUCUN ANLAMI VE FAYDALARI

Müslüman kardeşlerim!
Allah’ın size farz kıldığı ikinci ibadet şekli oruçtur. Oruç, güneşin
doğuşunundan batışına kadar yememek, içmemek ve cinsel ilişkide
bulunmamaktır. Namaz gibi bu ibadet şekli de peygamberler tarafından
gösterilen şeriatın bir parçasıdır. Diğer peygamberlerin ümmetleri de
oruç tutmuşlardır. Fakat kuralları, gün sayısı ve tutulduğu dönemler bir
şeriattan diğerine değişiklik göstermektedir. Bugün, oruç şu ya da bu
şekilde pek çok dinde bulunmasına rağmen insanlar çoğunlukla esas
yapısını kendilerine göre değiştirmişlerdir.
Ey insanlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır. (Bakara,
2/183).
İslâm insanın bütün hayatını bir ibadet hayatına dönüştürmeyi
amaçlar. İnsan bir kul olarak doğmuştur ve Yaratan’ına hizmet etmek
onun en doğal görevidir. O’na ibadet etmediği, düşünceleriyle ve
hareketleriyle O’na teslim olmadığı tek bir an bile geçirmemelidir.
Allah’ın sevgisini kazanabilmek için neler yapması ve nelerden
kaçınması gerektiğini her zaman aklında tutmalıdır. O zaman Allah’ın
gösterdiği yoldan yürümeli O’nun hoşlanmayacağı şeylerden ateşten
kaçar gibi kaçmalıdır. Hayatlarımız sadece bu kalıba göre şekillendiği
zaman Rabbimize O’nun istediği gibi ibadet ettiğimizi ve “Ben cinleri
ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
sözündeki amacı gerçekleştirdiğimizi düşünebiliriz.
Dini ibadet şekilleri olan namaz, zekât, oruç ve haccın asıl hedefleri
hayatlarımızı tamamen bir ibadet şekli haline dönüştürmede bize
yardımcı olmaktır. Allah’a olan borcunuzu günde beş kere eğilip
secdeye vararak, Ramazan günlerinde sabahtan akşama kadar aç
kalarak, eğer varlıklıysanız zekât verip ömrünüzde bir kere hacca
giderek ödeyebileceğinizi sakın düşünmeyin. Bütün bunları yapmak sizi
ne kulluktan kurtarır ne de dilediğinizi yapmakta özgür kılar. Bu
ibadetlerin size farz kılınmasındaki en önemli amaçlardan biri
hayatlarınızı birer ibadet şekline çevirmeniz için kendinizi
geliştirmenizdir.
Oruç bizi buna nasıl hazırlar?
Bütün ibadet şekilleri bazı fiziksel hareketler gerektirir, fakat oruç
gerektirmez. Namaz kılarken ayakta durur, oturur, eğilir ve secde
edersiniz; bütün hareketleriniz görülür. Hacda uzun bir yolculuğa çıkar
ve yüzlerce insanla birlikte seyahat edersiniz. Zekât da en az iki kişi,
yani veren ve alan tarafından bilinir. Bunlardan hiç biri saklı kalamaz,
eğer yapıyorsanız diğer insanlar mutlaka bilirler.
Fakat oruç tamamen özel bir ibadet şeklidir. Kulunun orucunu sadece
herşeyi bilen Allah bilir. Güneş doğmadan önce sahurda yemek yer ve
iftar vaktine kadar hiç bir şey yiyip içmezsiniz. Ama eğer gizlice yiyip
içerseniz, bunu Allah’tan başka kimse bilemez.
Özel bir ibadet şekli olması bakımından oruç, Allah’ın herşeyi
bildiğine olan inancınızı ölçer. Eğer inancınız güçlüyse gizlice yiyip
içmeyi düşünmezsiniz: en sıcak günde diliniz damağınız susuzluktan
kuruduğunda bile tek bir damla su içmez, açlıktan bayılacak hale
gelseniz bile tek lokma yemezsiniz. Bütün bunları yapmak için
Allah’tan hiç bir şeyin saklanamayacağına dair ne kadar güçlü bir
inanca ve korkuya sahip olmak gerektiğini bir düşünün. Ahirette size
verilecek olan ödül ve cezaya olan güçlü inancınız uğruna bütün bir ay
boyunca 360 saat oruç tutarsınız. Ahiret hakkında en ufak bir şüpheniz
varsa orucu tamamlamazsınız. Kalbinizdeki şüpheyle böyle bir görevi
başaramazsınız
Bu yolla Allah bir ay boyunca bir Müslümanın inancını sınar.
İnancınız, bu sınamada gösterdiğiniz başarı oranında sağlam ve derindir.
Oruç hem bir sınama, hem de bir eğitimdir. Bir insana borç verdiğinizde
onun güvenilirliğini denersiniz. Eğer güveninizi kötüye kullanmazsa,
sadece sınavdan geçmekle kalmaz, gelecekte daha fazla güven
gerektirecek işler için de yeterince sağlam olduğunu kanıtlar. Allah bir
ay uzun saatlar boyunca imanınızı bu zorlu sınavla dener. Bu sınavdan
başarıyla çıkmanız diğer günahlara karşı olan dayanıklılığınızı arttırır.
Kur’an bu konuda şöyle diyor:
Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır ki
isyandan sakınasınız. (Bakara, 2/183).
Orucun bir başka özelliği daha vardır. şeriat’ın uzun bir zaman dilimi
içinde yapılmasının getirdiği zorlukları taşıyan emirlerine itaat etmemizi
sağlar. Namaz birkaç dakika içinde kılınır. Zekât senede bir kere verilir.
Uzunca bir süre gerektirse bile hacca ömür boyunca bir ya da bir kaç
kere gidilir. Öte yandan oruç Hz. Muhammed’in şeriatına her sene bir
ay boyunca geceli gündüzlü ibadet etmeyi gerektirir.
Güneş doğmadan önce sahur için erken kalkmalı, yemeden ve
içmeden uzak durmalı, belirli bazı şeyleri yapıp bazılarından sakınmalı
ve akşam olduğunda, tam vaktinde İftar etmelisiniz. Biraz dinlendikten
sonra teravih namazına yetişmelisiniz.
Her yıl bir ay boyunca, güneşin doğuşundan batışına kadar sürekli
belirli bazı kuralları izleyerek ordudaki bir asker gibi hayatınızı
disipline sokarsınız. Ve bir ayda edindiğiniz eğitim daha sonra onbir ay
boyunca yerine getireceğiniz normal görevlerinize yansır. Eğer
eksiklikler varsa gelecek sene telafi edilir.
Böylesine derin bir eğitim, kişilere ayrı ayrı verilemez. Bir ordunun
eğitiminde olduğu gibi, bir takım ruhu geliştirebilmek , birlik içinde
hareket etmeyi öğrenmek ve birbirlerinin gelişmelerine yardım etmek
için herkes aynı anda aynı işi yapmak zorundadır. Bir kişinin açığı bir
başkası tarafından kapatılabilir, eksikliği bir başkası tarafından
giderilebilir.
Ramazan ayı bütün Müslümanların aynı amaçla oruç tutmaları için
belirlenmiştir. Bu amaç kişisel ibadeti, müşterek ibadete çevirir. Nasıl ki
bir rakam yüzlerce rakamla çarpıldığında ortaya muazzam bir rakam
çıkıyorsa bir milyon kişinin hep birlikte oruç tutması, bir kişinin tek
başına tutacağı orucun sağlayacağı ahlaki ve manevi faydayı bir milyon
kere arttırır. Ramazan ayı, çevresine doğruluk, erdem ve dindarlık ruhu
yayar. Baharda ağaçların çiçek açması gibi Ramazan da takva (Allah’tan
sakınma) getirir. Herkes günahtan kaçınmak için olağanüstü bir çaba
harcar; hata yaptıklarında oruç tutan diğer kardeşlerinin kendilerine
yardım edeceklerini bilirler. Her yürekte kendiliğinden yararlı işler
yapma, açı doyurma, çıplağı giydirme, sıkıntıda olana yardım etme,
yapılan iyi işlere katılma ve kötülükten kaçınma isteği uyanır. Tıpkı
çiçeklerin bir açma mevsimi olduğu gibi yıl içinde iyiliğin ve
doğruluğun büyüyüp geliştiği zaman dilimi de Ramazan’dır.
Bu nedenle Hz. Muhammed şöyle söylemiştir.
Kişinin işlediği her yararlı iş on mislinden yedi yüz misline kadar kendisine geri
dönecektir. Fakat Allah diyor ki: Oruç bana ait bir istisnadır; o tamamen benim içindir
ve onun sevabını dilediğim kadar veririm. (Buhari,Müslim).
Bu da gösteriyor ki bütün iyi işler, işin sonuçlanmasının yanı sıra
işleyenin de iyi niyetinin seviyesi nispetinde karşılık bulur, ama
hepsinde bir sınır vardır. Öyle olduğu halde oruçta bir sınır yoktur.
İyiliğin ve dindarlığın geliştiği Ramazan’da bir değil, milyonlarca insan
hep beraber bir erdem bahçesi sularlar. Bu ayda ne kadar içtenlikle
yararlı işler yaparsanız, onun nimetlerinden o kadar fazla faydalanır ve
bu faydayı diğer kardeşlerinize de o kadar fazla dağıtırsınız. Orucun
etkisini diğer on bir aya ne kadar çok taşırsanız bahçeniz o kadar
sınırsız gelişir. Eğer gelişme yoksa hata sizdedir.
Şimdi kendi kendinize şöyle söyleyebilirsiniz: Oruç tutuyoruz, namaz
kılıyoruz, fakat beklediğimiz sonuçları elde edemedik. Bu durumun
sebebini size daha önce açıklamıştım. İslâm’ın değişik parçaları
arasındaki hayati bağları koparıp yeni alışkanlıklar edindikten sonra
bağlar kopmadan önceki durumla aynı sonucu elde etmeyi
umamazsınız.
İkinci sebep, ibadete bakışınızın değişmesidir. Yalnızca sabahtan
akşama kadar yiyip içmemeyi Allah’a ibadet sayıyorsunuz. Yüzde
doksan dokuzunuz, hatta daha fazlanız ibadetin bütün hareketlerinize
nüfuz etmesi gereken gerçek ruhunu önemsemiyor. Bu yüzden
ibadetleriniz gerekli faydayı sağlamıyorlar. Çünkü İslâm’da herşey
niyete ve anlayışa dayanır.

ORUCUN GERÇEK RUHU
Kardeşlerim!
Aslında yaptığımız her işin iki temel parçası vardır. Birincisi amaç ve
ruh; ikincisi bu amacı gerçekleştirmek için seçilmiş belirli şekil. Yemek
konusunu örnek olarak alalım. Yemek yemenizin asıl amacı hayatınızı
devam ettirmek ve gücünüzü korumaktır. Bu amacınızı
gerçekleştirmenin yoluysa bir parça yiyecek alıp ağzınıza atmak,
çiğnemek ve yutmaktır. Kullanılan en etkili ve uygun yol budur. Fakat
herkes bilir ki aslolan yemeğin yenmesindeki amaçtır, yenme şekli
değil.
Yemek yerine bir parça kül, talaş ya da çamur yemek isteyen birinin
deli ya da hasta olduğunu düşünürsünüz. Çünkü o kişi yemenin gerçek
anlamını bilmiyordur ve onun sadece çiğnemeden ve yutmadan ibaret
olduğuna inanıyordur. Bunun gibi parmaklarını boğazına sokup biraz
önce yediklerini kusan sonra da yediklerinin kendisine faydalı
olmadığını söyleyen bir insanın da deli olduğunu düşünürsünüz. Faydalı
olması bir yana bu hareket onu günden güne zayıflatır. Bu kişi kendi
aptallığından kaynaklanan durumu yiyeceklere yükler. Bir takım fiziksel
hareketler olmadan yiyecekler midemize ulaşamaz ama yemenin asıl
amacı sadece bu hareketlerle gerçekleştirilemez.
Belki şimdi ibadetinizin niçin etkisiz ve boş olduğunu
anlayabilirsiniz. Hataların en büyüğü namazın ve orucun şekli taraflarını
gerçek ibadet sanmanızdır. Bu aynı, yiyecekleri ağzına atarak çiğneyip
yutan birinin gerçekten yemek yediğini sanmak gibidir. Bu hareketleri
yapan harkesin yemek yediğini sanırsınız. O kişi midesine çamur ve taş
bile doldurmuş olsa ya da yediği ekmeği hemen sonra kusmuş bile olsa
yediklerinden bir fayda göreceğini umarsınız.
Aksi halde oruç tutup sabahtan akşama kadar ibadetle içiçe yaşayan
bir insanın yalan söyleyip iftira etmesini nasıl açıklarsınız? Bu kişi niçin
en ufak bir bahaneyle kavga eder ve kavga ettiği kişiye incitici sözler
söyler? Nasıl başkalarının hakkına el uzatmaya cüret eder? Niçin haram
yollarla para kazanır ve dağıtır? Bir yandan Allah’a ibadet ederken, bir
yandan nasıl böyle şeyler yapar? Bu insan yemek yeme hareketleri
yapan fakat onun yerine kül ve çamur yiyen birine benzemez mi?
Gerçekleştirdiğimiz ruhsal ve ahlaki yücelikler bir sonraki ayın ilk
günü kayboluyorsa, bütün Ramazan, uzun saatler boyunca Allah’a
ibadet ettiğimizi nasıl iddia edebiliriz? Bayram günlerinde Hintlilerin
festivallerde yaptıklarını yapıyor ve bazen o kadar ileri gidiyoruz ki bazı
yerlerde zina yapıp içki içiyor ve kumar oynuyoruz. Ve öyle
soysuzlaşmış insanlara rastladım ki gündüz oruç tutuyor, gece de alkol
içip zina yapıyorlardı. Allah’a çok şükür Müslümanların çoğu bu kadar
düşmediler. Fakat kaçımız dindarlık ve erdemin izlerini bayramın ikinci
gününe kadar koruyabiliyoruz?
Pek çoğunuzun bu şekilde davranmasının sebebi ibadetin asıl anlam
ve amacının bozulmuş olması. Orucu sadece yemeden ve içmeden
uzaklaşmak olarak görüyorsunuz. Bu konuda en ufak ayrıntıları yerine
getirmekte bile titizlik gösteriyorsunuz. Bu kurallara en ufak bir
saygısızlık göstermekten kaçınacak kadar Allah’tan korkuyorsunuz;
fakat aç ve susuz kalmanın orucun amacı değil sadece şekilsel yanı
olduğunu, idrak edemiyorsunuz.
Orucun şekli yanı, yararlı gibi gözüken fakat aslında Allah’ın
hoşlanmadığı bazı şeylerden kaçınmanız, tehlikeli kayıplara yol açacak
gibi gözüken, fakat Allah’ı memnun edecek bazı işleri de yapmanız için
içinizde Allah korkusu, sevgisi ve bir irade ve kişilik direnci yaratmak
için emredilmiştir. Orucun anlamını kavradığınız ve fiziksel arzulardan
sadece Allah sevgisi ve korkusu için kaçtığınız zaman bu direnç
gelişebilir.
Fakat Ramazan biter bitmez ne oluyor? Yediklerini, parmağını
boğazına sokup kusan bir insan gibi siz de Ramazan boyunca bütün
kazandıklarınızı rüzgara savuruyorsunuz. Yiyecekler nasıl ki sindirilip
kana karışmadan fiziksel bir güç sağlayamazlarsa, kişi tuttuğu orucun
amacının bilincinde olmadıkça, onun kalbinin ve aklının derinliklerine
işleyip düşüncelerini yönetmesine ve yaptığı işlere yön vermesine izin
vermedikçe ruhsal bir güç de sağlanamaz.
Bu yüzden Allah orucu emrettikten sonra “Böylece Allah’a isyandan
sakınabilirsiniz” (Bakara, 2/183) diyerek onu size zorunlu kılmıştır.
Kesin bir Allah korkusuna ve doğruluğa sahip olacağınızın garanti
olmadığını unutmayın. Ancak orucun amacını anlayanlar ve onu
gerçekleştirmek için çaba gösterenler onun nimetlerinden
yararlanabilirler.
Hz. Muhammed de, orucun gerçek anlamına pek çok kere değinmiş
ve bu gerçek anlamı göz ardı ederek aç ve susuz duran birinin orucunun
Allah’ın gözünde hiç bir değer taşımayacağını açıklamıştır.
Bir keresinde şöyle söylemiştir:
Yalancılığı ve yalan davranışı bırakmayan bir insanın yemeyi ve içmeyi bırakmasına
Allah’ın ihtiyacı yoktur. (Buhari).
Bir başka durumda da şöyle söylemiştir:
Oruç tutan pek çok kişi vardır ki onlar oruçtan açlık ve susuzluktan başka hiçbir şey
kazanamazlar; ve geceler boyunca namaz kılan pek çok kişi vardır ki onların da
namazdan elde ettikleri uykusuzluktan başka bir şey değildir. (Darimi).
Bu sözlerden alınacak dersler açık ve nettir: İbadetin kendisi sadece
aç ve susuz durmak değil fakat gerçek ibadete ulaşmada bir araçtır.
Gerçek ibadet Allah korkusu ve sevgisiyle O’nun kurallarına karşı
gelmekten kaçınarak O’nu memnun edecek işleri yapmak ve bedensel
arzularımızı hiç düşünmeden tatmin etmekten kaçınmaktır. Eğer özüne
aldırmadan oruç tutarsanız sadece midenize zahmet çektirmiş
olursunuz.
Hz. Muhammed, orucun bir başka amacına şu şekilde dikkat çekiyor:
Kim inanarak ve umut ederek oruç tutarsa geçmiş günahları affolur. (Buhari, Müslim).
İnanmak bir Müslümanın kalbinde Allah’a olan inancın sürekli canlı
kalması demektir. Umut etmekse sadece Allah’ın hoşnutluğunu araması,
O’nun hoşlanmadığı şeylerden kaçınmak için düşüncelerini ve
hareketlerini devamlı kortrol altında tutması, Allah’ın ve Elçisi’nin
vaadettiği ödüllere güvenerek onlara erişmeyi ummasıdır. Bu iki
duyguya sahip olmak size geçmiş bütün günahlarınızın affedilmesi
mükafatını getirecektir. Sonuç açıktır: bir kere itaatsizlik etmiş olsanız
bile eğer içtenlikle pişmanlık duyuyorsanız Hz. Muhammed’in şu
sözünü hatırlayın:
Pişmanlık duyan bir insan hiç suç işlememiş gibidir. (İbn Mace)
Bir başka durumda Hz. Muhammed’in söyledikleri ise şöyledir:
Oruç bir kalkan gibidir (şeytanın saldırılarından korunmak için). Oruç tutan bir kişi (bu
kalkanı kullanmalı ve) kavgadan kaçınmalıdır. Kötü söz söyleyip kavga etmek isteyen
birine ‘Ben oruçluyum’ (seninkinin benzeri bir şekilde hareket etmemi bekleme)
demelidir. (Buhari, Müslim).
Hz. Muhammed, oruç tutan bir insana her zamankinden daha fazla
yararlı iş yapmasını ve iyilik yapmak için daha fazla istek duymasını
salık vermiştir. Kendisi de açlık ve susuzluk çeken bir kişinin kalbinde
diğer kardeşlerine karşı acıma ve merhamet hisleri oluşacaktır ve
Allah’ın yoksul kullarının acısını daha iyi anlayacaktır:
Ramazan’da bir oruçluya iftar yemeği veren kişinin günahları affolur, cehennem
ateşinden azad edilir ve oruçlu kişinin sevabı kadar (o kişinin sevabında bir eksilme
olmadan) kendisine sevap yazılır. (Beyhaki).
Abdullah İbn Abbas, Hz. Muhammed’in, Ramazan ayında diğer
zamanlardakinden daha nazik ve daha cömert olduğunu söyler. Bu
dönemde hiç bir dilenci onun kapısından eli boş çevrilmez ve mümkün
olduğu kadar çok köle azad edilirdi.

5. ZEKÂT 
ZEKÂTIN ANLAMI

Müslüman kardeşlerim!
Namazdan sonra zekât İslâmın en önemli parçasıdır. Orucun
namazdan sonra geldiği hakkında yaygın bir inanç varsa da zekâtın
önemi Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. İslâm bu iki büyük temel direk
üzerine kurulmuştur. Eğer bunlar yıkılırsa İslâm’ın ayakta kalması çok
zordur.
Zekât saflık ve temizlik demektir. Kişinin mal varlığından bir kısmını
fakir ve ihtiyaç içinde olanlara vermesine İslâm’da zekât denir. Bu çok
önemlidir. Çünkü sahip olduğunuz şeylerden başka insanlara vermek,
sahip olduklarınızı yeniler. Bununla beraber nefsiniz de temizlenir.
Fakir ve ihtiyaç içinde olanlara kendi üzerine düşen miktarı vermeyen
birinin varlığı yenilenmez ve nefsi de kirli kalır. Yüreği daralır ve
şükredemez. Çok bencil olur. Mallarına adeta tapar. Allah ona zenginlik
vermekte oldukça cömert davrandığı halde bu konuda üzerine düşeni
yapmak ona zor gelir. Böyle bir insandan nasıl sadece Allah rızası için
iyi işler yapmasını ya da İslâm ve inanç için bazı şeyleri feda etmesini
bekleyebiliriz?
Zekât vermeyi emrederek Allah hepimizi sınar. Eğer mallarınızın
ihtiyacınızı aşan kısmından vermek zorunda olduğunuz kadarını Allah
rızası için ihtiyaç içinde olanlara veriyorsanız Allah katında imanlı bir
kul olmayı hakedebilirsiniz. Eğer bu kadarcık bir fedakârlık bile
yapamıyorsanız, Allah’ın sevgili ve gerçekten imanlı kulu olarak kabul
edilemezsiniz. O zaman siz, bütün vücudu zehirlememesi için kesilip
atılması gereken, kangren olmuş bir organa benzersiniz. Hz.
Muhammed’in, ölümünden sonra bazı kabileler zekât vermeyi
reddetmişlerdi; Allah’a ve elçisine iman ettikleri ve namaz kıldıkları
halde Hz. Ebubekir onları Müslüman saymamış ve savaş açmıştı. Çünkü
onlar kangren olmuş bir organ gibiydiler. İslâm bir bütündür ve zekât da
bu bütünün bir parçasıdır; zekât olmadan, namaz, oruç, ve iman
güvenilirliklerini kaybederler.
Kur’an’ı okuduğunuzda göreceksiniz ki namaz ve zekât çok eski
zamanlardan beri, bütün peygamber kabilelerine farz kılınmıştır.
İbrahim peygamberin soyu ve takipçileri hakkında şöyle bir bölüm
vardır:
Onları emrimizle, (insanları) doğru yola iletir rehberler eyledik. Onlara iyilikler
yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar yalnız bize kulluk
ederlerdi. (Enbiya, 21/73).
Kur’an İsmail peygamber hakkında şöyle der:
O, kavmine namazı ve zekâtı emrederdi ve o, Rabinin yanında söz ve hareketleriyle
makbul idi. (Meryem, 19/55).
Musa peygamber bir keresinde kavmi için şöyle dua etmişti:
Allah’ım bize bu dünyada ve ahirette iyilik bağışla. (Araf, 7/156).
Ve Allah’ın cevabı şöyledir:
Ben dilediğim kimseyi azabıma uğratırım. Fakat rahmetim herşeyi kuşatmıştır.
Rahmetimi (bilhassa) sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazdım.
(Araf, 7/156).
Bugün aramızda yaşayan pek çok kişi gibi Musa peygamberin
kabilesi de dünya nimetlerine daldıklarından Musa gibi seçkin bir
peygambere bile istediği rahmetin sadece zekât verenlere verileceği ve
zekât vermeyenlerin bundan yoksun kalacakları ve cezalandırılacakları
söylenmiştir.
Aynı şekilde Musa peygamber öldükten sonra İsrailliler, cimrice
hareket ettiklerinden dolayı tekrar tekrar uyarılmışlardır. Sonunda kesin
bir uyarı gelmeden önce, defalarca sadece Allah’a ibadet etmeleri
istenmişti:
Ve Allah buyurdu ki: Ben sizinle beraberim. Siz namazı dosdoğru kılar, zekât verir,
peygamberlerime inanır, onlara yardım eder, muhtaçları Allah yolunda gözetirseniz
muhakkak ki sizin kötülüklerinizi örter, sizi içinden ırmaklar akan cennete koyarım.
(Maide, 5/12).
Hz. Muhammed’den, önceki son peygamber İsa’dır. Ona da namaz ve
zekât emredilmişti.
Her nerede olursam beni mübarek eyledi; bana hayatta kaldıkça namazı ve zekâtı
emretti. (Meryem, 19/31).
Böylece en eski çağlarden beri İslâm bu iki ibadet şekli üzerine
kurulmuştur: Namaz ve Zekât. Allah’a inananlar her zaman bu ikisiyle
yükümlü oldular.
Bu iki ibadet şeklinin Hz. Muhammed’in şeriatı içindeki yerleri
nedir? Bunu Kur’an’ın ilk başlarında görebilirsiniz:
Bu kitap hiç şüphe yok ki doğru yol kılavuzudur. Onlar ki görünmeyene inanırlar,
namazı dosdoğru kılarlar, geçim için kazandırdıklarımızdan başkalarına da harcarlar...
Bunlar Rableri tarafından gösterilen doğru yol üzerindedirler ve murada erenler de
bunlardır. (Bakara, 2/2-3).
Bu demektir ki inancı olmayanlar ve namaz kılıp zekât vermeyenler
ne doğru yola erişebilir ne de amaçlarını gerçekleştirebilirler. Aynı
sureye devam edelim:
Namazı kılın, zekâtı verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin. (Bakara, 2/43).
Şimdi de namazın ve zekâtın önemine değinen bazı ayetlere bakalım.
Doğruluk, yüzlerinizi (namazda) doğu ve batıya çevirmeniz değildir. Doğruluk ve iyilik
insanın Allah’a, ahirete, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere inanması, Allah sevgisi
ile mallarını akrabalara, öksüzlere, yoksulara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve esirlerin
azadına vermesi, namazı hakkıyla kılması, zekâtı ödemesidir. Bunlar söz verdikleri
zaman sözlerini yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanlarında
sabredenlerdir. İşte ancak takva sahibi olanlar ve fenalığın her türlüsünden korunanlar
bunlardır. (Bakara, 2/177).
Sizin gerçek dostunuz Allah’tır, Allah’ın Peygamberi’dir ve namazı dosdoğru kılan,
zekât veren, Allah’a baş eğen müminlerdir. Her kim Allah ile peygamberini ve iman
edenleri dost edinirse (bunlar Allah tarafından olduklarından) Allah’ın taraftarlarının
galip geleceğinden emin olsun. (Maide, 5/55-6).
Burada açıklananlar önemli gerçeklerdir. İlk olarak, sadece namaz
kılanlar ve zekât verenler gerçek inananlar olarak kabul edilebilir. Bir
iki temel şartı önemsemeyenlerin inançları sağlam değildir. İkinci olarak
Allah, peygamber ve inananlar ayrı bir topluluk oluştururlar, ve gerçek
bir inananın görevi de başka inananlarla arasındaki bütün bağları
keserek bir topluluğa katılmaktır. Bir Müslüman bu topluluk dışından
bir kişiye bağlılık gösterirse -ki bu babası, kardeşi, oğlu, komşusu
hemşehrisi, ya da bir başkası olabilir- sevgi ve destek bağlarını
koparmazsa Allah’tan kendisini sevmesini ve yardım etmesini
ummamalıdır. Son olarak, inananlar, sevgilerinde bağlılıklarında,
arkadaşlık ve doğruluklarında Allah’la elçisiyle ve diğer inananlarla bir
bütün oluşturdukları zaman bu dünyada güç kazanabilirler.
Şimdi Kur’an’da Allah’ın Müslümanların Allah’a karşı isyan eden ve
ortak koşan insanlarla savaşmaları gerektiğini söylediği bölümlere
bakalım:
Eğer onlar tevbe eder ve namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirlerse artık sizin din
kardeşinizdir. (Tevbe, 9/11).
İsyancıların din kardeşleri ve ümmetin üyeleri olmaları için
Müslümanların onlara kabul ettirmeleri gereken şeyler nelerdir? Sadece
isyandan ve Allah’a şirk koşmaktan tövbe etmek yetmez. Gerçek ve
pişmanlık göstergesi olarak namaz kılmalı aynı zamanda zekât
vermelidir. İşte o zaman onlarla mücadeleye son verebilir ve din kardeşi
olabilirsiniz
Şimdi biraz daha okuyalım:
Erkek, kadın müminler birbirinin yari ve (yardımcısıdırlar). Onlar iyiliği emreder,
kötülüğü yasaklar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir Allah’a ve Peygamber’e itaat
ederler. Allah da onlara rahmet eder. (Tevbe, 9/71).
Dikkatle dinleyin sadece birbiriyle birleşip kardeş olan inandıklarını
ilan eden, namaz kılan ve zekât veren kişiler Müslüman olabilirler. Bu
üç unsur -iman, namaz ve zekât- inanan toplumun temelini oluşturur.
Böyle bir toplumdaki bağlılık, arkadaşlık ve ortak dayanışma diğer
bağların ve bağlılıkların yerini almalıdır. Bu üç unsuru reddeden ya da
önemsemeyen bir kişi Müslüman bir isim altında olsa bile bu toplumun
dışındadır. Bu gibi insanlara sevgi ve bağlılık göstermek, Allah’ın
kanunlarına karşı gelmek ve Allah’ın topluluğunu parçalamak demektir.
Bu gibi davranışlar içinde olanlar üstün olmayı nasıl umarlar?
Şimdi okumaya devam edelim:
Hak Teala (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak ki yardım eder. Hak Teala
güçlüdür, azizdir. O müminleri yeryüzüne yerleştirdiğimizde, namazı dosdoğru kılar,
zekâtı verirler, iyiliği emreder kötülüğü yasaklarlar. İşlerin sonu Allah’ındır. (Hac,
22/40-1)
Bu daha önce İsraillilere, sonra da Müslümanlara gelen uyarıdır.
İsraillilere şöyle seslendi: “Namaz kıldığınız, zekât verdiğiniz ve
elçilerimi davalarında desteklediğiniz sürece sizinle birlikte olurum.
Bunları bıraktığınız an desteğimi çekerim.” Aynı şekilde Allah
Müslümanlara da şunları söyler:
Dünya üzerinde güç sahibi olduktan sonra namaz kılar, zekât verir, iyiliği geliştirip
kötülüğü yok ederseniz işte o zaman size yardım ederim. Benim desteklediğim kişiyi
kim altedebilir. Fakat zekât vermekten vazgeçer, bu dünyada güç sahibi olduktan sonra
iyilik yerine kötülüğü geliştirirseniz, kötülük yerine iyiliğin önüne geçerseniz, kendi
sözlerinizi benimkilere tercih eder, sırf yeryüzünde hâkimiyet kurmak amacıyla vergiler
toplayıp saraylar yaptırmayı düşünürseniz o zaman dinleyin: Sizi desteklemeyeceğim;
sizin destekçiniz yalnızca şeytan olacaktır.
Bu uyarıyı kulak ardı mı edeceğiz?
İsrailliler kendilerine yapılan uyarıyı boş bir tehdit zannettiler ve
bunun sonucunu pahalı ödediler. Halen dünyanın dört bir yanına
dağılmış bir durumdalar ve kasaları ağzına kadar dolu olmasına rağmen
hiç bir işlerine yaramıyor.
Zekât yerine faiz sistemini uygulayarak ve namazdan vazgeçerek
Allah’ın gazabına uğramışlardır.
Biz Müslümanlar da İsraillilerle aynı şekilde uyarıldık. Ve nasıl
davrandık? Biz de namazı ve zekâtı ihmal ettik. İyiliği yayma,
kötülüğün önüne geçme görevinden vazgeçtik. Ve sonuçlar farklı
olmadı. Giderek gücümüzü kaybettik. Bütün dünyada zorba
yönetimlerin kurbanları olduk. Bulunduğumuz her yerde güçsüz ve
güçlülerin hizmetkârlarıyız. Böylesine açık uyarılara ve sonuçlara
rağmen bazı Müslümanlar faize ve kapitalizm, sosyalizm gibi diğer
insan yapısı ideolojilere dayandırılmış ekonomilerin oluşturulmasından
yanalar. Eğer amaçlarını gerçekleştirecek olurlarsa Müslümanlar utanç
ve rezalet içinde kalacaklar ve tıpkı İsrailliler gibi acı çekeceklerdir.
Zekâtın sayılamayacak kadar çok faydası vardır. Bunları daha sonra
açıklayacağım ama şimdi zekât vermenin İslâmiyetteki önemine
değinmek istiyorum. Pek çok Müslüman ve okumuş insan namaz kılıp
zekât vermeden de Müslüman olunabileceğini söylüyorlar. Fakat Kur’an
böyle bir düşünceyi kesinlikle reddediyor. Namaz ve zekâtla
bütünleşmedikçe, şüphesiz ki kelime-i tayyibenin söylenmesinin hiç bir
önemi yoktur. Daha önce de söylediğim gibi ilk halife Ebu Bekir
Allah’a ve elçisine inanıp namaz kıldıkları halde zekât vermeyi
reddeden Müslümanlara karşı silah çekmekte hiç tereddüt etmemiştir.
Hz. Muhammed’in çevresinden olan bazı kişiler, ilk önce savaş açıp
açmama konusunda kararsız kalmışlar fakat Hz. Ebu Bekir şöyle
söylemiştir.
Allah aşkı için! Eğer bu insanlar Hz. Muhammed zamanında verdikleri zekâtı şimdi
vermiyorlarsa bu, bir devenin bağlandığı ip bile olsa, onu kılıcımla alacağım. (Ebu
Davud)
Onun konuşması çevresindekileri ikna etmiş ve zekât vermesi
reddedenlere karşı hep birlikte bir cihad başlatmaya karar vermişlerdir.
Zekât vermeyi reddetmek Kur’an’da da bir putperestlik işareti
sayılmıştır:
Zekât vermeyen, ahirete de inanmayan müşriklerin vay haline. (Fussilet, 41/6-7).

ZEKÂT NİÇİN ÖNEMLİDİR?
Kardeşlerim!
Zekâtın namazdan daha az önemli olmadığı bir gerçektir. Zekât
vermeyi reddeden biri İslâm’ın dışında kalır; onlara karşı Hz. Ebu Bekir
ve çevresindekilerin yaptığı gibi cihad açılabilir. Fakat zekât niçin bu
derecede önemlidir ve asıl anlamı nedir? Şimdi bu soruların cevapları
hakkında konuşacağım.
İlk önce başka bir önemli soruya bakalım: Bir insan nasıl Allah’a
yakın ve onun arkadaşı olabilir? Allah’ın topluluğuna girebilmek için
ona sahip olması gereken değerleri verecek olan nedir? Aranızda pek az
kişi bir insanla arkadaş olmadan önce onun arkadaş olmak için uygun
biri olup olmadığını düşünmeyecek kadar saftır. Böyle davrananlar
kurdukları arkadaşlıklarda kandırılır ve hayal kırıklığına uğrarlar. Fakat
eğer akıllı ve tedbirliyseniz arkadaşlarınızı dikkatlice seçer ve doğru ve
sadık insanlar olup olmadıklarını araştırırsınız.
En akıllı ve en tedbirli olan Allah’tır. O kimseyi sınayıp denemeden
arkadaş edinmez, topluluğuna almaz ve erdemli saymaz. Kesinlikle
yapmaz. Dünyadaki milyonlarca insanın her biri Allah’ın topluluğunda
olmayı hakedemez, O’nun vekili olamaz ve sonsuz hayat içinde O’nun
yanında bir yere sahip olamaz. Bu insanın ilk önce bazı özellikleri
olmalıdır.
Bu özellikler elbetteki Allah tarafından bilinir fakat inançlı olan bir
kişi sınav ve deneme boyunca gelişip yücelerek sevap ve erdem kazanır.
O zaman bu sınavın ölçüleri nelerdir?
Herşeyden önce Allah sizin aklınızı ve anlayışınızı ölçer. Eksiksiz bir
anlayışa sahip olmalısınız. Çevrenizde gelişen olaylara bakarak sadece
Allah’ın yaratıcınız ve Rabbiniz olduğu sonucuna varmalısınız; hayatta
kalmanızı sağlayan, dualarınızı duyan ve size yardım eden O’dur.
O’ndan gelen vahiylere ve ayetlere inanmalısınız. Gerçek
peygamberlerle peygamberlik iddiasında bulunan yalancıları ve onların
ahlaklarını, davranışlarını, öğretilerini ve başardıkları işleri birbirinden
ayırmalısınız. Gerçek yol göstericiyle yalan olanı da ayırt
edebilmelisiniz.
Bu sınavı geçtiğiniz taktirde Allah sizi topluluğuna alır. Eğer
geçemezseniz tek başınıza kalırsınız.
Daha sonra ikinci sınır gelir: burada ahlaki direnciniz sınanır.
Gereken ahlaki dirence sahip olduğunuzu göstermek için gerçek ve
doğru olanı anlayıp kabul ettikten sonra bu doğrulara göre yaşama
iradesine sahip olmalı yanlışlık ve kötülüklerden vazgeçmelisiniz.
Bunlardan başka artık kendi arzularınızın esiri olmadığınızı, ailenizin ve
atalarınızın uygulamalarını ve adetlerini toplumsal ve kültürel
değerlerle, kuralları körükörüne takip etmediğinizi kanıtlamalısınız.
Allah’ın yol göstericiliğine bilerek karşı gelmemeli, söylediği hiç bir
şeyi reddetmemelisiniz.
Bu sınavdan geçemezseniz Allah’ın topluluğuna giremezsiniz, çünkü
O aşağıda da açıkladığı gibi böyle kişileri seçer:
Kim ki sahte tanrıları reddeder ve Allah’a iman ederse o muhakkak ki hiç bir zaman
kopmasına imkân bulunmayan en sağlam kulpa sarılmış olur. (Bakara, 2/256).
Bir sınavı da geçtikten sonra karşınıza üçüncüsü çıkar. Bu defa itaat
ve görev duygunuz imtihan edilir ve size şöyle söylenir:
Sizi her çağırdığımızda gelmelisiniz. Uykularınızdaki sıcaklığı ve rahatı terketmeli ve
karşımızda hazır bulunmalısınız. İşlerinizi yarıda bırakarak, bizim için çalışmalısınız.
Emrettiğimiz zaman sabahtan akşama kadar aç ve susuz kalmalı, bedensel arzularınızı
bastırmalısınız. Zevklerinizden ve menfaatlerinizden fedakârlık etmeli kazancınızdan
vazgeçerek size verilen görevi yapmalısınız. Sıcakta ve soğukta, kolaylıkta ve zorlukta,
hangi şartlar altında olursa olsun göreve çağrıldığınızda hiç bir zorluğu önemsemeden,
bütün engelleri aşarak görevinize koşmalısınız. Ne kadar tuhaf gelseler de, ne kadar
baştan çıkarıcı unsurlar olsa da bu önünüzdeki yol ne kadar uzun ve zorlu bir yol olsa
Allah’ın çağrılarını cevaplamalısınız. Bu imtihandan geçemezseniz Allah’ın güvenini
kazanamazsınız. Eğer geçerseniz faydasını zararını gözetmeden Allah tarafından
emredilen bütün kurallara hangi şartlar altında olursa olsun itaat ettiğinizi göstermiş
olursunuz.
Fakat hâlâ tamamen Allah’ın hizmetinde olup olmadığınız belli
değildir. Şimdi cimri, halden anlamaz biri olup olmadığınızı
belirleyecek olan sınavdan geçmelisiniz. Bu sınav sizin de arkadaşlık
bağlarına önem verdiklerini ve arkadaşların sevdiklerini iddia eden
fakat varlıklarını arkadaşlarıyla paylaşmaları istendiğinde çeşitli
bahanelerle geri çekilen insanlardan olup olmadığınızı belirler. Bu sınav
sizinde sığıra tapan fakat sığır yiyeceklerini yemeye çalıştığında onu
dövüp kovan Hintlilere benzeyip benzemediğinizi belirler.
Birazcık sağduyusu olan bir insan bile böyle cimri, paraya tapan
biriyle arkadaş olmak istemezken halden anlayan, iyi kalpli bir insan
böylesine kötü birinin yanında bile oturmak istemez. O zaman en
cömert ve en yüce olan, nimetlerini yaratıklarına ardı arkası kesilmeden
bol bol dağıtan Allah böyle bir kişiyi arkadaşlığa nasıl kabul eder? Bu
kişi Allah’ın kendisine verdiklerini O’nun yolunda harcamayı
reddederse suçlu sayılmaz mı? Hileyle kuşatılmış bir arkadaşlığa sahip
böyle bir insana en tedbirli olan Allah nasıl güvenir ve topluluğuna alır.
Eğer bu dördüncü sınavdan geçemezseniz şüphesiz ki size şöyle
söylenecektir: “Git. Allah’ın topluluğunda sana yer yok Allah’ın
vekillerine emanet edileni bu büyük sorumluluğun üstesinden
gelemezsin. Çünkü bu toplulukta olanlar hayata, zenginliğe,
çocuklarına, ailelerine, ülkelerine ve herşeye karşı duydukları sevgiyi
Allah sevgisi için feda eden kişilerdir.”
Sevdiğiniz (şeylerden) harcamadıkça hayra, sevaba eremezsiniz. (âli İmran, 3/92).
Allah’ın topluluğuna kabul edilebilmek için servetiniz ölçüsünde bazı
temel özelliklere sahip olmalısınız.
Hasis ve cimri bir insanın Allah’ın yanında yeri yoktur; O’nun
yanında olmayı sadece sahip olduklarını isteyerek ve bolca dağıtan
cömert insanlar hakeder.
Her kim kendisini öz nefsinin cimriliğinden kurtarırsa, işte o murada erer. (Haşr, 59/9).
İçinizdeki bütün duyguları aşan ve herhangi bir haksızlık ya da kötü
bir söz karşısında darılmanızı önleyen bir yüce gönüllülüğe sahip
olmalısınız. Bir insan size zarar ya da acı vermiş olsa bile, sıkıntıda
olduğunda ona yardım edip ihtiyaçlarını karşılamakta tereddüt
etmemelisiniz.
İçinizden iyilik ve varlık sahibi olanlar, akrabalarına, yoksullara, hicret edenlere birşey
vermemeye yemin etmesinler; affetsinler bağışlasınlar. Sizler Allah’ın sizi
bağışlamasını sevmez misiniz? Hak Teala affedicidir, bağışlayıcıdır. (Nur, 24/22)
Kendinizi düşünmemeli, verirken hiç bir karşılık beklememeli,
üzülmemelisiniz.
Allah sevgisiyle fakire, öksüze, esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah rızası için
yediriyoruz. Sizden mükafat da beklemiyoruz derler. (Dehr, 76/8-9).
Onların aslında size değil Allah’a ait olduklarını bilerek en değerli
eşyalarınızı Allah rızası için verecek kadar temiz birkalbe sahip
olmalısınız.
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın, sizin için yerden yetiştirdiğimizin iyisinden,
temizinden (Allah yolunda) harcediniz. Sizin alıcısı olamayacağınız fena şeyleri
vermeye kalkışmayın. (Bakara, 2/267).
Yoksulluk ve sıkıntı zamanlarında bile kendi ihtiyaçlarınızı bir kenara
bırakıp Allah yolunda harcamak ve O’nun kullarına yardım etmek için
para bulmaya çalışmalısınız.
Allah’ın mağfiretini sakınanlar için hazırlanmış, göklerle yer genişliğinde cenneti
(kazanmaya) koşuşun. O sakınanlar hem varlık, hem yoklukta harcederler. (Âli İmran,
3/133).
Zenginken de Allah’ı unutmamalısınız. Lüks ve rahat içinde yaşarken
bile Allah’ı hatırlamalı ve varlığınızı O’nun yolunda harcamalısınız.
Ey iman edenler! Mallarınız, çoluk çocuklarınız, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte kaybeden odur. (Münafıkun, 63/9).
Allah yolunda sarfedilen hiç bir şeyin boşa harcanmadığına ve
Allah’ın sizi ahirette ve bu dünyada çok daha fazlasıyla
ödüllendireceğine olan inancınız kuvvetli olmalıdır. Paranızı sadece tek
bir şey için harcamalısınız: Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak. İnsanlar
sizin ne kadar cömert olduğunuzu bilseler de bilmeseler de, size
teşekkür etseler de etmeseler de önemli değildir.
Hayır olarak her ne infak ederseniz sevabı size aittir. Siz yalnız Allah rızası için infak
ederseniz. İnfak ettiğiniz her iyi şeyin mükafatı size verilir ve size asla zulmedilmez.
(Bakara, 2/272).
Allah’ın yanında yer alabilmek için bu yedi özelliğe sahip olmak
esastır. Başka türlü onun dostu olduğunuzu iddia edemezsiniz. Bunlar
zorlu ve belirleyici bir sınavla sizin sadece ahlakınızı değil aynı
zamanda imanınızı da sınar. Sizden sahip olduklarınızı Allah rızası için
başkalarıyla paylaşmanız istendiğinde eğer bundan kaçarsanız, zor
durumda kalacağınızı düşünür çeşitli kehanetlerle bundan kurtulmaya
çalışırsanız ya da verdikten sonra üzüntünüzü azaltmak için iyiliğinizi
insanların yüzüne vurursanız o zaman Allah’a ve ahirete olan inancınız
gerçek değildir. Allah için harcadıklarınızın çarçur olduğunu; lüksün,
rahatın, eğlencenin ve şöhretin Allah’tan ve O’nun memnuniyetinden
daha önemli olduğunu ve sadece bu dünyada sahip olduklarınızın
gerçek olduğunu düşündüğünüzde; paranın sadece kendi kendinizi
memnun etmek için harcanması gerektiğine inandığınızda da inancınız
gerçek olamaz- Kur’an’da böyle insanların Allah’ın gözünde makbul
olmadıkları belirtiliyor. Bu durumda imanlı olduğunu söyleyen biri
aslında ikiyüzlüdür.
Ey iman edenler! Mallarını sırf gösteriş için veren ve Allah ile ahirete inanmayanlar
gibi sadakalarınızı başa kakarak ve azarlayarak değersiz hale getirmeyin.(Bakara,
2/264).
Altın, gümüş toplayıp biriktiren ve onu Allah yolunda harcamayanlara acıklı azap söyle.
(Tevbe, 9/34).
Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, savaşmaktan geri kalmak için senden izin
istemezler. Hak Teala sakınanları hakkıyla bilir. Senden (geri kalmak için) izin
isteyenler, ancak Allah’a ve ahirete inanmayıp kalpleri şüphe içinde olanlardır. (Tevbe,
9/44-45).
Harcadıkları malların kabul olunmasına mani olan onların Allah ile peygamberini inkar
etmeleri namaza ancak üşene üşene gelmeleri, malları istemeye istemeye
harcamalarıdır. (Tevbe, 9/54).
Erkek kadın münafıklar hep birdirler. Kötülüğü teşvik eder, iyiliği men ederler, (o kadar
cimridirler ki) ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.
Muhakkak ki münafıklar günâhkardırlar. (Tevbe, 9/67).
Bedevilerden öyleleri vardır ki harcettiğini ziyan sayar. (Tevbe, 9/98).
İşte sizler Allah yolunda harcamaya davet ediliyorsunuz. İçinizde cimrilik gösterenler
vardır. Her kim cimrilik, gösterirse ancak kendine cimrilik eder. Müstağni olan
Allah’tır. Muhtaç olan sizlersiniz. Yüz çevirecek olursanız sizin yerinize sizin gibi
olmayacak kimseleri getirir. (Muhammed, 47/38).
İşte bu, kardeşlerim, zekâtın İslâm’ı yaşatan anlamıdır. Onu devlete
ödediğiniz vergi gibi düşünmeyin. Zekât İslâm’a hayat vererek temelini
ve özünü oluşturur. İnancınızı ölçer ve onu güçlendirir. Bir kişinin bir
sınavdan geçene kadar çeşitli sınav süreçlerinden geçmesi gibi malınızı
feda etmedeki gönüllülüğünüzü ölçmek için de çeşitli sınavlar vardır.
Ama yinede sonuncu bir sınav yoktur. Hayatınızı feda etmek, daha
sonra da değineceğim gibi daha zor bir sınavdır. Bu sınavın Allah’ın
topluluğundaki üyeliğinizi kesinleştiren en son parçasıdır.
Bazı insanlar Müslümanlara nasıl para harcamaları ve servetlerini
nasıl heba etmeleri gerektiğinin yeterince öğretildiğini, bu günkü
fakirlikleri içinde onlara para kazanmanın ve biriktirmenin yollarının da
öğretilmesi gerektiğini söylerler. İslâm’ın özünü oluşturan Allah
yolunda verme duygusu bu insanlar tarafından anlaşılamadığından
hoşnutsuzluk yaratır. Müslümanları bugünkü utançlarına sürükleyen
şey, işte bu duygunun eksikliğidir. Bu duygu gerilemelerinin sebebi
değildir; gerilediler çünkü bu duygu kaybolmuştu.
TOPLUMSAL BİR KURUM, ZEKÂT
Müslüman kardeşlerim!
Zekâta ve başka bir yardım şekli olan sadakaya değinen infak fi
sebili’llah (Allah için harcamak) ifadesi Kur’an’da pek çok kere geçer.
Allah bizi sık sık kendisine “borç vermeye” davet ederek O’nun yoluna
harcanan ne varsa bize misliyle ödeyeceğini söyler.
Bu ne demektir? Örneğin âlemlerin Rabbi’nin sizin yardımınıza
muhtaç olması mı demektir (Allah saklasın)? Sizden borç almaya ve
istemeye ihtiyacı mı vardır? Böyle bir şey nasıl olabilir? Hayatlarımızı
onun bağışıyla sürdürmüyor muyuz? Yiyip içtiğimiz ve sahip
olduğumuz herşey zenginlik ve yoksulluk hepsi O’ndan gelmiyor mu?
Dilenciler, milyonerler, multimilyonerler: hepimiz O’na muhtacız. O
zaman niçin bizden borç istiyor?
Cevap, Allah’ın size olan ihtiyacı değil, ki yoktur, O’nun sevgisi ve
sınırsız cömertliğidir. Sizden “borç” isterken söylemek istediği şudur:
Benim için yapılan harcamayı size ödemekle yükümlü olduğumu kabul
ediyorsun. Muhtaç olanlar bunu size ödeyemezler, bu yüzden onların
yerine ben ödeyeceğim. Akrabalarınıza yardım ettiğiniz zaman size
bunun karşılığını ödeyecek olan benim. Bu harcamanızı ben telafi
edeceğim. Yetimlere, dullara, sakat ve evsizlere verdiklerinizin hepsi
benim hesabıma yazılacaktır. Eğer yardım ettikleriniz size borçlarını
ödeyemezlerse onları hapisle, sahip olduklarını ellerinden almakla
tehdit etmeyin; karılarını, çocuklarını evsiz bırakmayın, borç, onlara
değil bana aittir. Eğer sadece aldıklarını öderlerse, faizini ben
ödeyeceğim, eğer onu da ödeyemezlerse, ikisini de ben ödeyeceğim.
Toplumun refahı ve çevrenizdeki insanların iyiliği için harcadığınız ne
varsa, bundan fayda elde edecek olsanız bile harcadıklarınızı benim için
harcanmış kabul edeceğim. Harcadığınız her kuruşu tahmin
edemeyeceğiniz büyüklükte faydalar olarak size geri çevireceğim.
En merhametli, hükümdarların hükümdarı olan Allah’ın size karşı ne
kadar cömert davrandığını görün. Sahip olduklarınız sadece O’na ait
olduğu halde, harcadıklarınızı O’nun için değil kendi aileniz,
akrabalarınız, toplumunuz ve hep birlikte refaha ulaşmanız için
harcadığınız halde O yine de: “Sarfettikleriniz benim içindir; size geri
ödeyeceğim” demektedir.
Allah en büyüktür: Âlemlerin Rabbi öyle yüce bir cömertlik
göstermektedir ki insanın düşüncesine bile sığmaz.
Allah niçin böyle davranmaktadır? Niçin böyle bir yolla bizim
yardım ve cömertlik duygumuzu geliştirmeye çalışmaktadır? Bu konuda
düşündükçe İslâm öğretisinin saflığının ve gücünün farkına varırsınız
yüreklerinizde, böylesine eşsiz bir yüceliğin Allah’tan başkasına ait
olamayacağına dair bir inanç yeşerir.
İnsan yaradılışı gereği yanlış yapabilir, düşünmeden hareket edebilir.
Anlayışı sınırlıdır; dar görüşlüdür; yüce fikirleri kavramak ona zor
gelebilir. Bencildir ve insani bakış açışı geniş konuları kapsayamaz.
İnsanda yaradılışından dolayı herşeye çabucacık sahip olma sabırsızlığı
ve isteği vardır. “İnsan aceleden yaratılmış (gibidir).” (Enbiya, 21/37)
Eğer bir şeyden çabucak sonuç alamayacağını ve fayda
sağlayamayacağını anlarsa onun kıymetsiz ve yapmaya değmeyecek bir
iş olduğunu düşünür. Uzun vadeli düşünemez ve ona yarar sağlayacak
hareketlerin neler olduğunu göremez!
İnsanın dar bir açıdan bakarak sadece kendi çıkarlarını göz önünde
bulundurma güçsüzlüğü onu sabırsızca sona ulaşmaya, yaptığı işlerden
kişisel çıkarlar elde etmeye sevkeder. Örneğin şöyle söyleyebilir:
Kazandıklarımın ve bana miras kalanların tek sahibi ve kullanıcısı
benim ve kimseyle paylaşamam. Bu yüzden benim arzularım ve
ihtiyaçlarımı gerçekleştirmek ve bana rahat, zevk ve lüks sağlamak için
harcanmalılar. Eğer başka bir şey için harcanırsalar en azından bana
şöhret getirmeliler: bir isim, yüksek bir mevki, bağlılık, takdir ve alkış.
Eğer bana bunları sağlamayacaksalar harcama yapmama gerek yok.
Niçin bir yetime yardım etme sorumluluğunu üstleneyim ki?
Babasının onu düşünmesi gerekirdi. Niçin bir dulun sorunlarıyla
uğraşayım? Kocası kendisi öldükten sonra karısının durumunun ne
olacağını düşünmeliydi. Eğer bir yolcu güç durumdaysa benimle ne
ilgisi var? Yola çıkmadan önce herşeyi düşünmesi gerekirdi. Zor
durumdaki insanlar başlarının çaresine baksınlar. Allah onlara da bana
verdiği gibi el ve ayak vermiş. Eğer bir kişiye para verirsem borç olarak
veririm ve faiz alırım. Aksi halde param benim için çalışmaz.
Yeni bir ev ya da araba almak ya da yatırım yapmak daha çok kâr
getirir. Eğer borç alan kâr edecekse ben niçin etmeyeyim.
Bu kadar bencil ve zengin bir insan hazine koruyan bir yılana benzer.
Daha çok para kazanmak ya da daha yüksek bir mevkiye gelmek için
para harcar ve borç verir. Verdiğinden daha fazlasını alarak yoksul
insanı soyar. İhtiyaç içindeki bir insana birşey verdiğinde yardımını her
zaman başına kakar ve gururunu kırmak için onu aşağılar. Toplumsal bir
işte çalışması istendiğinde ilk önce işten elde edeceği kişisel çıkarı göz
önünde bulundurur. Eğer hiç bir çıkarı olmayacaksa desteğini geri çeker.
Böylesine bir bencilliğin sonuçları nelerdir? Bu sadece toplum hayatı
için değil, özellikle kişinin kendisi için öldürücü bir durumdur. Bencillik
baş gösterdiğinde servet birkaç elde toplanır ve fakir daha da fakir olur.
Zengin, sahip olduğu parayla gittikçe daha fazla kazanmaya, fakirse
gittikçe daha zor bir hayat sürmeye devam eder.
Yoksullukla kuşatılmış bir toplumda her türlü kötülük oluşur.
İnsanların bünyeleri zayıflar ve hastalığa karşı dirençleri azalır. Verim
düşer. İşsizlik artar. Cehalet büyür. Ahlak bozulur. İnsanlar temel
ihtiyaçlarını karşılamak için suç işlerler. Ve sonunda yağmalar başlar.
Geniş ölçüde huzursuzluk ve kargaşa patlak verir. Zenginler öldürülür,
evleri yakılıp yıkılır. Bunu geniş kapsamlı bir tahrip takip eder ve
toplum çöker.
Fertlerin refahıyla toplumun refahının nasıl karmaşık bağlarla
birbirine bağlandığını görebilirsiniz. Eğer sahip olduğunuz servetinizle
komşularınıza yardım ederseniz bu servet dolaşacak ve daha da
büyüyerek size geri dönecektir. Fakat onu bencilce kendinize saklar ya
da sadece kendiniz için harcarsanız sonunda azalarak değerini kaybeder.
Örneğin, bir yetimi yetiştirip eğitimini sağlayarak onu toplumun
üreten bir üyesi haline getirirseniz bütün topluma bir katkıda bulunmuş
olursunuz ve bu toplumun bir üyesi olarak, bunu bilançonuzda
gösteremezseniz bile, yaptığınız işin meydana getirdiği yükselen
verimden siz de payınıza düşeni alırsınız.
Fakat “Niçin ona yardım edeyim, babam birşeyler bıraksaydı”
derseniz, bu çocuğun toplum refahına hiç bir katkısı olamaz. Usta bir
hırsız olup evinizi de soyabilir. Bu insana yardım etmeyi reddederek
sadece ona değil, kendinize de zarar vermiş olursunuz.
Eğer çevrenize bakarsanız, paralarını toplumun iyiliği için,
kendilerini düşünmeden harcayan insanların daha da zenginleştiklerini
görürsünüz. Zenginlik geldiği yere, sayısız kere katlanarak geri döner.
Ve paralarını tamamen ve bencillikle kendine saklayan, faizle ve
insanları sömürerek görünüşte servetini arttırdığını sanan insanlar
aslında uzun vadede kendi çöküşlerini hazırlarlar. Allah bunu şöyle
açıklar:
Allah faizin bereketini tamamen yok eder ve sadaka(sı verilen mal)ları ise
(bereketlendirerek) arttırır. (Bakara, 2/276).
Artış göstersin diye (türün) den insanlara verdiğiniz (mal) Allah katında artmaz ve
(bereketi olmaz) Allah rızasını umarak verdiğiniz (zekât ise (işte) kat kat artacak mal
olur. (Rûm, 30/39).
İnsanın bencilliği ve cahilliği onu, bu gerçeği kavrayıp ona göre
davranmaktan alıkoyar. Maddeciliğin esiri olarak sadece cebindeki
parayı ve bunlarda çoğalan tasarruflarını düşünür. Harcadığı paranın
karşılığını anında almayı tasarlar. İçinde yaşadığı topluma yardım
ettiğinde kendisine dönecek olan kazanca değer vermez. Allah rızası
için verdiklerinin nasıl katlanarak çoğaldığına akıl erdiremez ve bu
cehalet düğümünü çözemez.
Bir yanda beraberinde çözülemeyen problemler getiren ve artıyormuş
gibi görünen servetlerini had safhada vurgunculukla çoğaltan sermaye
sahipleri öte yanda da kalpleri kıskançlıkla tutuşan sermaye sahiplerinin
kasalarını boşaltmaya azmeden fakat bu azimle sadece insan kültürünün
ve medeniyetinin temelini yıkan gruplar.
Tek çözüm, en tedbirli olan Allah tarafından Kur’an’da gösterilmiştir.
Allah’a ve ahiret gününe olan inanç bu durumu değiştirecek olan
anahtarlardır. Eğer Allah’a ve O’nun yerdeki ve gökteki bütün
hazinelerin sahibi olduğuna, insan üzerindeki tek hâkimin o olduğuna,
yaptığınız her işin ödülünü ve cezasını en ince ayrıntısına kadar ahirette
O’nun vereceğine inancınız varsa, eğer kendi duygularınızı bir kenara
koyup, sadece Allah’a güveniyorsanız, servetinizi O’nun yolunda
harcama iradesine ve gücüne sahipsiniz demektir. Allah yolunda
yaptığınız harcamalardan gelecek zararı ya da kârı düşünmeden, O
emrettiği zaman servetinizi harcarsınız bu şekilde harcadığınız ne varsa
Allah’a verilen bir hediye yerine geçer ve siz farketseniz de etmeseniz
de O bunu mutlaka bilir ve kabul eder; hem ahirette, hem de bu dünyada
karşılığını verir.

HARCAMANIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Müslüman kardeşlerim!
Allah’ın kanununun belirgin bir özelliği vardır. İlk önce erdem ve
iyilik hakkında bazı kesin genel dersler ve öğretiler inmiştir. Bunlar,
hayatlarınızı ve davranışlarınızı şekillendirmeniz için size yardım eder.
Daha sonra bu öğretiler uygulanmasını kolaylaştırmak için bazı
kurallara dönüştürülmüştür.
Allah’ı hatırlamayı örnek olarak alalım. Bu bir çeşit erdemdir; aslında
erdemlerin en büyüğü ve bütün iyi davranışların temelidir. Allah’ı her
zaman ve her koşulda hatırlamak hakkında genel bir emir vardır.
Ayakta durduğunuz, oturduğunuz veya yaslandığınızda hep Allah’ı anın. (Nisa, 4/103).
Allah’ı çokça anın ki umduğunuz (zafer)e kavuşasınız. (Enfal, 8/45).
Göllerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akılları
tam (vicdanları temiz) olanlar için (ibret ver ki) deliller vardır. Onlar ki ayakta iken,
otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerle yerin yaradılışını
düşünürler. (şöyle derler): Allah’ımız! Bunları boş yere yaratmadın. Senin hiç bir şeye
ihtiyacın yoktur. (Âli İmran, 3/190-1).
Kalplerini Bizi anmaktan mahrum ettiğimiz, arzu ve hevesine uymuş, işlerinde haddi
aşmış kimselerin (sözünü dinleme). Onlara itaat etme. (Kehf, 18/28).
Allah’ı hatırlamak işlerimizin yolunda gitmesini sağlayıp, bizi doğru
yolda tuttuğundan bunlar ve bunlar gibi ayetler bizi her zaman Allah’ı
hatırlamaya yöneltir. Allah’ı unuttuğumuz zaman şeytanın
ayartmalarına yenilebilir ve yoldan çıkabiliriz.
Özel talimatlar bize genel talimatlara nasıl itaat edeceğimizi gösterir.
Böylece Allah’ı hatırlama görevi bazı özel hareketlerle dönüştürülmüş
ve günde beş kere namaz kılmak farz kılınmıştır. Fakat Allah’ı günde
beş kere namazlarla anmanın farz kılınması O’nu sadece belirli
zamanlarda hatırlayıp geri kalan zamanda unutmak demek değildir.
O’nu her zaman özellikle aklımızda tutmalıyız. Ve diğer zamanlarda da,
mesela işimizle meşgulken de Allah bilinci zihnimizdeki yerini devamlı
korumalıdır.
Allah için harcamak da benzeri bir durum. Bu konuda bazı emirler
verilmiştir: Tamahtan ve bencillikten kaçının, çünkü onlar fenalığın
kökü, günahların anasıdır. Hiçbirinin O’nun üzerinde hakkı olmadığı
halde rahmetini cömertçe sayısız yaratığı üzerine yağdıran Allah’ın
vaatlarını kendinize örnek alın. Allah yolunda harcayabildiğiniz kadar
harcayın. Kendi ihtiyaçlarınızdan biriktirebildiğiniz kadar biriktirin ve
onu Allah’ın yoksul kulları için harcayın. İslâm hâkimiyetini sağlamak
ve Allah’a hizmet etmek için hayatınızdan ve paranızdan feda etmekten
kaçınmayın. Eğer Allah’ı seviyorsanız paraya karşı duyduğunuz sevgiyi
Allah’a karşı duyduğunuz sevgi için feda edin.
Bu genel tavsiyelerden bazı özel emirler çıkar. Eğer servetiniz belirli
bir sınırı aşıyorsa bunun adı nisaptır ve miktarın belirli bir kısmını Allah
için harcamak zorundasınız. Elde ettiğiniz gelirin de bir kısmını aynı
şekilde Allah’a adamalısınız. Namazın belirli saatlerde kılınmasının,
diğer zamanlarda Allah’ın unutulması anlamına gelmediği gibi, belirli
bir gelir düzeyine (nisap) erişen kişinin Allah için harcama yapma
yükümlülüğünde olması daha azına sahip olan insanların hiç bir
harcama yapmaması anlamına gelmez. Bu zenginin sadece belirlenen
miktarı vermesi ve bu borcu ödedikten sonra ihtiyacı olanlara yardım
etmeyi ve cihad için harcamayı reddetmesi de demek değildir. Zekât
verirken en az miktar ödenir fakat Allah için mümkün olduğu kadar bu
miktar aşılmalıdır.
Allah için harcama yapmanın Kur’an’daki genel öğretisini
açıklamadan önce niçin böyle bir harcamanın gerektiğine ve bize ne
gibi faydalar sağlayacağına bakalım. İtaat etmek zorunda olanların
anlamını ve önemini iyice anlamaları için Kur’an her zaman her emrin
verilme sebebini açıklar.
Kur’an’ı açtığınız zaman Fatiha Suresinden sonra karşılaştığınız ilk
ayetler şunlardır:
Şüphesiz ki bu kitap Allah’ın kitabıdır. Korunanlar için doğru yol kılavuzudur. Onlar ki
görünmeyene inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar. Geçim için kazandırdıklarımızdan
(başlarına) yardım için harcarlar. (Bakara, 2/2-3).
Burada temel bir özellik açıklanmıştır. Bu dünyada doğru yolda
yürümek için üç temel esas gereklidir: Görünmeyene inanmak, namaz
kılmak ve Allah’ın size bahşettiğini Allah yolunda harcamak. Başka
kısımlarda Allah şöyle söylüyor:
Sevdiğiniz şeylerden harcetmedikçe hayra, sevaba eremezsiniz. (âli İmran, 3/92).
Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size cimriliği emreder. (Bakara, 2/268).
Her kim kendi nefsinin oburluğundan, cimriliğinden korunursa, işte mutluluk (dünya ve
ahiret’te) bulacak olanlar bunlardır. (Tegabün, 64/16).
Böylece seçmemiz için bize iki yol gösteriliyor. Biri erdemin ve
iyiliğin, refahın ve başarının bulunduğu Allah’ın yolu. Bu yolda
yürümek için Allah’ın size bağışladığı serveti ve aklı kardeşlerinize
yardım etmek ve cihadı desteklemek için kullanmalısınız. Diğeri ise
görünüşte kazançlı fakat aslında sizi çöküşe sürükleyecek olan şeytanın
yoludur. Bu hayatın belirtisi, paraya tapmak ve onu kişisel harcamalar
için bir köşeye yığmaktır
Şimdi Allah için yapacağınız harcamaların bazı genel ve temel
prensiplerini açıklayacağım.
Bir: Sadece Allah’ı memnun etmek için harcayın ve sadece onun
kabul etmesini bekleyin. Ne verdiğiniz kişiye bir sorumluluk
yüklemeyi, ne de adınızı duyurmayı, takdir toplamayı ya da
alkışlanmayı amaçlayın.
Siz yalnız Allah rızası için harcarsanız. (Bakara, 2/272).
İki: Yardım ederek, doyurarak ve giydirerek ne kadar cömert bir hayır
sahibi olduğunuzu ihtiyaç içinde olan insanların yüzüne asla vurmayın;
onlardan bunu takdir etmelerini beklemeyin; küçümseyip aşağılayıcı bir
şekilde davranmayın ya da herhangi bir şekilde duygularını incitmeyin.
Onlar ki mallarını Allah yolunda harcalar ve harcadıklarının ardından başa kakmak,
gönül incitmek gibi hareketleri reva görmezler; onların Rableri yanında mükafatları
vardır. Onlar için ne korku ne de kaygı yoktur. Güzel ve tatlı bir söz söylemek, kusura
bakmayarak bağışlamak, ardından azar gelen sadakadan daha hayırlıdır. (Bakara, 2/262-
263)
Ey inananlar! Mallarını sırf gösteriş için veren ve Allah ile ahirete inanmayanlar gibi
sadakalarınızı başa kakmak ve azarlamak ile değersiz bir hale getirmeyin. Bunların hali
bol yağmur yüzünden üzerindeki toprakların sıyrılmasıyla kaskatı bir taş kesilen bir
kayanın haline benzer. (Bakara, 2/264).
Üç: Allah için sadece helâl yoldan kazanılmış iyi şeyler verin. Bu
amaçla atılacak eşyaları ayırmayın. Fakirlere vermek üzere yırtık ve
eski elbiseleri çıkaran ve en kötü yiyecekleri bir dilenciye vermek için
bir kenara ayıran bir insan niçin kendisi de Allah tarafından aynı şekilde
karşılık görmesin?
Ey inananlar! Kazandıklarınızın, sizin için yerden yetiştirdiğinizin iyisinden, temizinden
(Allah yolunda) harcayın. Sizin alası olmayacağınız fena şeyleri vermeye kalkışmayın.
(Bakara, 2/267).
Dört: Mümkün olduğu kadar gizlice verin ki merhametiniz
ikiyüzlülük ve gösterişle lekelenme tehlikesiyle karşılaşmasın. Açıkça
vermenin bir zararı olmamasına karşın gizlice vermek çok daha iyidir.
Sadakaları aşikâr verirseniz iyi! Onları gizleyerek fakirlere verirseniz sizin için daha
hayırlı olur. Bununla günahlarınızdan bir kısmı örtülür. (Bakara, 2/271).
Beş: Anlayışsız insanlara ihtiyaçlarından daha fazla para vererek kötü
alışkanlıklar edinmelerine yardımcı olmayın. Allah herkesin, en
günahkâr insanın bile karnının doymasını ve giyinmesini ister; fakat
verilen para hiç bir şekilde alkol, uyuşturucu ya da kumar gibi kötü
amaçlar için kullanılmamalıdır.
Allah’ın size verdiği malları aklı zayıf olanların eline vermeyin. Fakat onları yedirip
giydirin. (Nisa, 4/5).
Altı: Borç verdiğiniz fakir bir insanı, borcunu ödemesi için
zorlamayın ve güç durumda kalmaması için ona biraz daha zaman
tanıyın. Eğer ödeyemeyecek durumdaysa ve sizin de o paraya
ihtiyacınız yoksa parayı o kişiye bağışlamanız daha hayırlı olur.
Eğer borçlu darlık içindeyse ona genişlik vaktine kadar süre verilir. (Borcu) bağışlamak
bilesiniz sizin için daha hayırlıdır. (Bakara, 2/280).
Yedi: Paranızı bağışlarken belirli sınırları aşmamalısınız. Allah, eşiniz
ve çocuklarınız açken sahip olduklarınızı dağıtmanızdan hoşlanmaz.
Yani size emredilen ilk önce sizin ailenizin sade bir hayat sürmeniz ve
temel ihtiyaçlarınızı karşılamanız için gerekli olan miktardan arta
kalanını Allah için dağıtmanızdır.
Size ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı harcayınız. (Bakara,
2/219).
Onlar mallarını harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de etmezler. İkisinin ortası
bir yol gözetirler. (Furkan, 25/67).
Elini boynuna bağlamış gibi sıkma, büsbütün de açma. Yoksa kınanır, yaptığına pişman
olursun. (İsra, 17/29).
Sekiz: Son olarak Allah’ın gösterdiği sınıf olan ve yardımınızı hak
eden kişileri belirleyin.
Hısımlara, yoksullara, yolda kalmışlara haklarını ver. (İsra, 17/26).
[Doğruluk ve İyilik] Allah sevgisi ile malı, akrabalara, öksüzlere, yoksullara yolda
kalmışlara, dilenenlere ve esirlerin azadına vermektir. (Bakara, 2/177).
Anaya, babaya, hısımlara, öksüzlere, yoksullara, yakın komşulara, yabancı komşulara
yol arkadaşına ya da kalana memlükünüz olanlara iyilik edin. (Nisa, 4/36).
Allah sevgisi ne fakire öksüze, esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah rızası için
yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de teşekkür beklemiyoruz. Biz ancak Allah’ın
sert, belalı bir günü (kıyamet gününden) korkarız derler. (Dehr, 76/8-10).
Onların mallarında dilenenlerin ve (dilenmeyen) yoksulların hakkı vardır. Zariyat,
51/19).
Sadakalar, kendilerini Allah yolunda vakfeden fakirler içindir. Bunlar yeryüzünde
(ticaret için) dolaşmaya gücü yetmeyenler içindir. Hallerini bilmeyen, iffet ve
tokgözlülüklerinden dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın. Onlar
halktan ısrar ile birşey istemezler. Siz iyilik eder ve ne harcarsanız Allah onu hakkıyla
bilir. (Bakara, 2/273).

İstanbul'da "Kerbela'dan Gazze'ye" Temalı Aşure Programı Düzenlenecek İstanbul'da "Kerbela'dan Gazze'ye" Temalı Aşure Programı Düzenlenecek

ZEKÂTIN ÖZEL KURALLARI
Kardeşlerim! Allah yolunda harcamanın genel kurallarından sonra
şimdi de farz kılınmış bir ibadet şekli olan zekâtın özel kurallarına
bakalım.
Kur’an’da zekât hakkında üç emir bulunur. Bunları takip eden
ayetlerin ikisi dünya nimetleri hakkındadır.
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın, sizin için yerden yetiştirdiklerimizin iyisinden,
temizinden harcayın. (Bakara, 2/267).
Meyvelendiği zaman bunların meyvesini yiyin. Hasat günü bunların sadakasını verin.
(En’am, 6/141.
Hanefi fakihlere göre kendiliğinden yetişen otlar ve ağaçlar dışındaki
her üründe Allah’ın hakkı vardır. Bir başka hadise göre de Allah’ın payı
sulanmış ekinin yirmide biri, yağmurla yetişmiş olan ekinin onda biridir.
Bu pay, ürün alındıktan hemen sonra ödenebilir.
Üçüncü ayet para, altın, gümüş, ticaret malları ve diğer benzeri
zenginliklere düşen zekâtla ilgilidir.
Altını, gümüşü sayıp biriktiren ve onu Allah yolunda harcetmeyenlere acıklı azap söyle.
Onların (böylece toplayıp biriktirdikleri altınlarla gümüşler) cehennem ateşinde
kızdırılıp onunla alınları, yanları, sırtları dağlanacak ve: ‘Kendiniz için toplayıp
biriktirdiğiniz işte bu. Toplayıp biriktirdiğinizin tadını tadın.’ (denilecek) (Tevbe, 9/34-
35).
Sadakalar, yalnız fakirlere, yoksullara, sadakaları toplamaya memur olanlara, yürekleri
(İslâm ve Müslümanlara) alıştırılmak istenenlere, azad edilecek esirlere, borçlulara,
Allah yolunda (hayır işleyenlere) ve yolda kalanlaradır. Allah’ın farzı budur. Hak Teala
herşeyi hakkıyle bilir, hikmetle çevirir.(Tevbe, 9/60).
Eğer altın ve gümüş ziynet eşyası şeklindeyse Hz. Ömer ve Abdullah
İbn Mesud’a göre onlarında zekâtı verilmelidir. Ebu Hanife de bu
görüşü doğrulamıştır. Hz. Muhammed kollarında altın bilezik olan iki
kadın gördüğünde onlara zekât verip vermediklerini sordu. Onlar hayır
deyince “Kıyamet gününde kollarınızda bunların yerinde ateşten
yapılmış bilezikler olsun ister misiniz?” diye sordu. (Tirmizi)
Ümm-ü Seleme bir keresinde Hz. Muhammed’e altın ayak bilezikleri
için de zekât verilip verilmeyeceğini sorduğunda o şöyle cevaplamıştır:
“Eğer altın miktarı nisaba erişiyorsa verilmelidir, erişmiyorsa
gerekmez.” (Ebu Davud)
Altın ve gümüş ziynet eşyası şeklinde olsa bile zekâtları ödenmelidir.
Fakat bazı hukukçulara göre mücevher ve değerli taşlar için zekât
ödemek gerekmez.
Kur’an’a göre zekât verilecek sekiz çeşit insan vardır.
Fakir insan temel ihtiyaçlarını karşılayacak parası olmayan kişidir.
Büyük zorluklar içinde yaşar fakat dilenmez. “Fakir” Zuhrî, Ebu
Hanife, Abdullah İbn Abbas ve Hasan Basrî ve bilinen bazı fakihler
tarafından açıklanmıştır.
Düşkün kişi tam anlamıyla yoksul olan ve ihtiyaçlarını karşılamak
için hiç bir şeyi olmayan insandır. “Hz. Ömer de çalışabilecek durumda
fakat işsiz olanlar arasındaydı.”
İslâm devleti tarafından zekâtları toplaması için görevlendirilen
kişilerin maaşları zekât fonundan ödenir.
İslâma yakınlaştırılacak insanlar İslâm’ı desteklemeleri ya da karşı
tavır almamaları için kendilerine para verilen insanlardır. İslâmiyeti
sonradan seçmiş olan kişilerde bu gruba girer. Bu kişiler İslâm’ı
seçmelerinden dolayı işlerini, evlerini kaybetmiş olabilirler ve her türlü
yardımı hakederler. Fakat zengin olsalar bile ilk zamanlarda İslâm’ın
koruyucu özelliğini onlara göstererek İslâm’a kaynaştırmak için zekât
verilebilir.
Huneyn Savaşından sonra Hz. Muhammed sonradan Müslüman
olanlara o kadar çok ganimet verdi ki çevresindekilerden (Ensar)
bazıları şikâyetçi oldu. Bunun üzerine o şu karşılığı verdi: “Bu insanlar
küfrü bırakarak İslâm’a henüz girdiler ve ben onların gönüllerini hoş
etmek istiyorum.”
Kölelikten kurtulmak isteyen bir köleye, gerekli parayı efendisine
ödeyebilmesi için zekât verilmelidir. Artık kölelik kalkmıştır, bana göre
bugün bu sınıfa girenler para cezalarını ödeyemedikleri için
hapishanelerde kalan insanlardır. Özgürlüklerine kavuşmaları için
onlara zekât verilebilir.
Borçlarını yalnız başlarına ödeyemeyecek durumda olanlar. Fakat
serveti borcunu ödemeye yetecek insanlara zekât verilmemelidir. Borçlu
kişinin borcu o kadar çok olmalıdır ki ödendikten sonra kalan malının
değeri, verilebilecek en az zekât miktarından daha az olmalıdır.
Bazı fakihler de şunu savunur: Aşırı harcama alışkanlıkları yüzünden
borca girmiş insanlara zekât vermek iyi değildir çünkü zekât yardımının
devam etmesi beklentisi onları müsrifliklerine devam etmeleri için
yüreklendirir.
Allah için savaşanlar ki bu, bütün iyi işler için kullanılan genel bir
terimdir. Fakat özellikle İslâm’ı dünyadaki en büyük güç yapma
çabalarına katkıda bulunmak anlamına gelir. Hz. Muhammed zengin bir
insana zekât verilemeyeceğini fakat böyle bir insanın cihad yolunda
yardıma ihtiyacı varsa verilmesi gerektiğini söylemiştir.
Bir yolcunun evinde yeteri kadar malı olabilir, fakat yolculuk
sırasında paraya ihtiyacı olursa bu kişiye zekât verilebilir.
Yukarıda açıkladığımız sekiz değişik durumdaki insanlara zekât
verebiliriz. Fakat zekât hakkında başka kurallar vardır.
1) Anne-babalar ve çocuklar birbirlerine zekât veremeyecekleri gibi
eşlerin de veremeyecekleri konusunda bütün mezhepler aynı fikirdedir.
Uzak akrabalara şüphesiz ki zekât verilebilir. Her ne kadar Evzaî
“Zekâtı verdikten sonra kendi akrabalarınızı araştırmayın” dese de
aslında onlar bunu diğerlerinden daha çok hak ederler.
2) Zekât sadece Müslümanlara verilir. Bir hadiste zekât şöyle
açıklanıyor:
Zekât aranızdaki zenginlerden alınıp aranızdaki fakirlere dağıtılır. (Buhari, Müslim).
Fakat Müslüman olmayanların diğer bütün sosyal güvenlik
ödemelerinde hakkı vardır ve ayrım yapılmamalıdır.
3) Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed bir çevreden
toplanan zekâtın yine aynı çevredeki fakirlere harcanması gerektiğini
söylerler. Sel ya da açlık gibi felaketler olmadıkça zekât bir yerden
başka bir yere gönderilmemelidir. Fakat bu, yasak olduğu anlamına
gelmez.
4) Bazı eski din adamları iki öğün yiyeceği olan kişinin zekât kabul
etmemesi gerektiğini düşünürler. Kimileri de değişik ölçüler belirlerler.
Bu konuda belirleyici bir kural olması önemlidir. Hz. Muhammed bu
konuda şöyle söyler “Sabah ve akşam için yiyeceği olduğu halde
yardım toplayan biri [Ahiret’te] kendisine ateş toplar.” (Müslim) Ayrıca
şunu da ekler “Bir ağaçtan odun kesip karnını böyle doyuran bir insanı
dilenen bir insana tercih ederim.” (Buhari) Bir başka hadis de yiyeceği
olan ya da hayatını kazanacak güçte olan bir kişinin zekâtı kabul
etmemesi gerektiğini söyler. (Tirmizi)
Bu yüce bir davranışa erişmek için verilmiş bir ders. Bir başka
hadiste ise zekât kabul etmek için insanın sahip olması gereken en
düşük servet de şöyle belirleniyor:
Zekât onu isteyen herkesin hatta size at sırtında gelen birinin bile hakkıdır. (Ebu
Davud).
Başka bir zaman, iki kişi zekât istemek için Hz. Muhammed gelirler. O da onlara bakıp
şöyle söyler: Eğer zekât istiyorsanız size veririm fakat bunda zenginlerin ve çalışıp
kazanabileceklerin hakkı yoktur. (Ebu Davud).
Bir keresinde kendisine “Cebimde on kuruşum var, fakir sayılır
mıyım?” diye sorulunca “Evet” cevabını vermiştir.
Açık olan bir şey var ki sahip olduğu servet nisabın altına düşen
kişiye zekât verilebilir ve o kişi zekâtı kabul edebilir. Zekâta çok fazla
ihtiyacı olanlara ait olan zekâtı almak ayrı bir konudur.
Dikkatinizi bugün Müslümanların genellikle gözden kaçırdıkları
zekâtın daha önemli bir yönüne çekmek istiyorum. İslâm’da farz
kılınmış bütün ibadetlerin kollektif bir temeli vardır. İslâm sınırsız bir
bireyselliği uygun bulmaz. Eğer camiden uzaksanız namazı tek başınıza
kılabilirsiniz. Fakat şeriat, namazın mümkün olduğu kadar toplu
kılınmasını emreder. Aynı şekilde başka bir seçenek yoksa zekât da
kişisel olarak dağıtılabilir. Fakat düzenli bir şekilde dağıtılabilmesi için
zekâtın toplu olarak verilmesine çalışılmalıdır. Bu yüzden
Müslümanlardan para toplayıp dağıtma görevini Allah her Müslümana
değil Hz. Muhammed’e vermiştir:
Onları temizlemek, paklamak için mallarından sadaka al.(Tevbe, 9/103).
Aynı şekilde toplanan ve dağıtılan zekâtın belirli paylar halinde
olması Müslüman ümmetin başkanının bu paraları düzenli bir şekilde
toplayıp dağıtması daha uygun bir yöntem olduğunu gösteriyor.
Bu yüzden Hz. Muhammed “Bana zekâtı aranızdaki zenginlerden alıp
aranızdaki fakirlere dağıtmam emredildi” demiştir.
O ve halifeleri (Allah onlardan razı olsun) devletin resmi görevlileri
olarak zekâtları toplayıp tek bir merkezden dağıtırlardı. Böyle bir
düzenleme ve dağıtımın olmadığı yerlerde zekâtınızı şeriat kurallarına
uygun olarak kendiniz verirsiniz. Fakat bu amaçla böyle ortaklaşa bir
sistem yerleştirmek bütün Müslümanların görevidir. Çünkü bu sistem
olmadan zekâttan elde edeceğiniz fayda yarım kalır.
6.HAC
HACCIN KAYNAĞI VE ÖNEMİ
Müslüman kardeşlerim!
Hac, İslâm’ın size emrettiği ibadet şekilleri arasında en
sonuncusudur. Namaz, oruç ve zekât gibi hac da Allah’a teslimiyet
içinde olacağınız bir hayat hazırlar ve şekillendirir.
Hac kelimesi kutsal bir yeri ziyaret etmeye karar vermek anlamına
gelir: Mekke’deki Kâbe’yi ziyaret etmek de hac olarak adlandırılır.
Hac nasıl başlamıştır? Haccın kökleri İbrahim peygamber zamanına
kadar uzanır. İbrahim Peygamber’in haccın gerçek anlam ve önemi
hakkında ibret verici bir hikâyesi vardır. Haccın size sağlayacağı
faydalar tam olarak anlayabilmek için bu hikâyeyi bilmelisiniz.
Hangi Müslüman, Hıristiyan ya da Musevi İbrahim (a.s.) ismini
bilmez. Dünyanın üçte ikisi onu lider olarak kabul eder. Hz. Musa, Hz.
İsa ve Hz. Muhammed peygamberler onun torunlarıdırlar. O bütün
dünyayı aydınlatan bir ışık yakmıştır.
Hz. İbrahim dört bin yılı aşkın bir süre önce şimdiki Irak sınırları
içinde doğdu. O zamanlar insanlar Tek Tanrı’yı unutmuştu. Kimse O’nu
efendi olarak kabul etmiyor teslimiyet ve itaat göstermiyordu. İbrahim
peygamberin doğduğu toplumun insanları sanat bilim, sanayi ve tarım
alanlarında çok gelişmiş oldukları halde cahil ve hatalıydılar. Gelişmiş
teknolojilerine rağmen, kendisi de yaratılmış olan hiç bir şeye ibadet
edilemeyeceği gerçeğini anlayamamışlardı. Putperestlik kanundu.
Astroloji, putperestlik, kehanet, büyücülük, tılsım ve muska kullanımı
gibi batıl inançlar yaygınlaşmıştı.
Bir grup din adamı tapınakları kontrol ediyor, dini törenlere başkanlık
ediyor, evlilik ve cenaze törenlerini yönetiyor, kehanette bulunup
bilinmeyenleri açıklığa kavuşturuyor, gelecekten haber veriyor, ilahi
istekler belirliyorlardı. İnsanlar genellikle onların tanrısal güçleri
olduğuna, insan suretinde aralarında dolaşabileceklerine ya da öfkelerini
üzerlerine yağdırabileceklerine inanıyorlardı. Onlar için din adamları
kaderlerinin yöneticisiydiler.
Krallar da onlarla anlaşmışlardı ve iki yandan çalışarak insanları
yönetimleri altına almışlardı. Krallar din adamlarına destek oluyor, din
adamları da halkı kralın, ülkelerinin ve bütün mallarının tek sahibi
olmasının yanısıra taptıkları tanrılardan biri olduğuna inandırmışlardı.
Kralın her sözü kanundu; insanların canları ve malları üzerinde kayıtsız
şartsız hakları vardı. Aslında ibadet törenleri insanlarda kralın tanrı
olduğu inancı yerleşsin diye kralın huzurunda kral için yapılırdı.
Böyle bir zamanda İbrahim peygamber saygın bir din adamının
evinde doğdu. Büyükleri yüksek mevkili din adamlarydı onun da
büyüklerinin yolundan gitmesi doğaldı. Aynı eğitim ve öğretimden
geçti; onu da atalarının sahip olduğu bağışlar ve hediyeler bekliyordu.
Pek çok gönüllü onun önünde ellerini bağlayıp başlarını eğecekleri günü
bekliyordu. Atalarının rahiplik koltuğu ona kalacaktı.
Bu sıkıntılı karanlık içinde gerçeği bilen veya inanan tek bir ruh bile
yokken İbrahim gibi bir adamın ataları tarafından kendisine sunulan
gücü ve rahatı bir kenara itip aydınlığı bulması kesinlikle beklenemezdi.
Fakat İbrahim peygamber sıradan bir insan değildi; değişik şekilde
yaratılmıştı. Olgunluğa eriştiğinde düşünmeye başladı: Emir altındaki
köleler gibi her zaman aynı rotayı izleyen güneş, ay ve yıldızları,
insanlar tarafından taştan yapılmış putlar, bizim gibi insan olan krallar
nasıl tanrı olabilirler? Bu kendi iradelerine göre hareket edemeyen,
kendi kendilerine bile yardım edemeyen, hayatları ve ölümleri üzerinde
hiç bir etkileri olmayan bu güçsüz varlıklara insan nasıl olur da tapar,
onlardan isteklerini yerine getirmesini bekler ve güçlerinden korkarak
onlara itaat eder? Yerdeki ve göklerdeki nesneler içinde, gücünden
kaçamayacağı kendisinden daha üstün bir güç tarafından yönetilmeyen
tek bir nesne bile yok.
Eğer hiç biri benim yaratıcım değilse, ne hayatımda, ne ölümümde,
ne beslenmem ve ihtiyaçlarımın karşılanmasında kaynak nokta onlar
değilse niçin onları tanrı olarak kabul edeyim, teslim olayım ve itaat
edeyim. Herşeyi yaratan, herşeyin ona bağlı olduğu ve bütün insanların
yaşam ve ölümünün elinde olduğu varlık benim tanrım olabilir.
Bunlar, İbrahim peygamberi, insanlara da açıkça ilan ettiği, onların
taptığı tanrılara tapmama kararına götürdü:
Ey benim kavmim Allah’a eş koştuğunuz şeylerin hepsinden teberri ederim. Ben
varlığını gökleri ve yeri yaratana dosdoğruca çevirdim. Ben müşriklerden değilim
demişti. (En’am, 6/79-80).
Bu açıklamayı yaptıktan hemen sonra büyük sıkıntılar içine girdi.
Babası onu aileden atmakla tehdit etti. İnsanlar evlerine almayacaklarını
söylediler. Ve devlet görevlileri onun kralın karşısında yargılanmasında
ısrar ettiler. Fakat arkadaşları ve bütün akrabaları tarafından yalnız
bırakılan İbrahim gerçek yolunda bir kaya kadar sağlam durdu.
Babasına saygıyla şunları söyledi:
Sana gelmeyen bilgi bana geldi. Bana uy seni doğru yola götüreyim. (Meryem, 19/41-
45). Toplumun tehditlerine karşılık olarak, putların ne kadar güçsüz olduklarını
göstermek için onları elleriyle parçaladı. (Enbiya, 21/57-70).
Kralın mahkemesinde İbrahim cesurca “Sen benim Rabbim değilsin.
Benim Rabbim sizlerin ve benim hayatlarımızı ve ölümlerimizi elinde
tutan ve hatta güneşin hareketlerini yönetendir” dedi. (Bakara, 2/258)
Kralın mahkemesi İbrahim’in diri diri yakılmasına karar verdi ve o
Tek Allah’a olan sarsılmaz inancı uğruna cezasını seve seve çekmeye
razı oldu. Allah herşeyin üstündeki gücüyle onu bu kötü durumdan
kurtarınca evini, ailesini, toplumunu ve ülkesini terk etti. Karısı Sare ve
yeğeni Lût’la ülke ülke dolaştı.
Ona insanların dini lideri olması görevi verildiği açıktı. Kendisine
sunulan zenginlik ve gücü bıraktı ve insanların sahte tanrılara tapmaya
devam etmelerine yardımcı olmak yerine yaşamını evsiz ve fakir bir
gezginci olarak sürdürmeyi seçti. şehirden şehire dolaşıp insanları
gerçek Allah’a çağırarak yaşamayı tercih etti.
Evini terkettikten sonra İbrahim peygamber, Mısır, Filistin ve
Arabistan’da dolaştı. Yolculukları sırasında neler çektiğini sadece Allah
bilir. Ne parası, ne eşyası ne de hayatını kazanmak için zamanı vardı.
Gece ve gündüz tek işi insanları bir Allah’a ibadet etmeleri için bir
araya getirmekti. Eğer böyle fikirleri olan bir insan kendi babası ve
kendi toplumu tarafından anlaşılamazsa, başka yerlerde nasıl başarılı
olabilir? Nerede iyi karşılanır? Her yerde aynı rahiplerin ve aynı
kralların tanrıları hüküm sürüyordu, her yerde bunlar tarafından tümüyle
aldatılmış aynı şaşkın ve cahil insanlar vardı.
O zaman böyle bir çevrede İbrahim nasıl huzurlu yaşayabilirdi?
Çünkü sadece kendisi Allah’tan başka hiç kimsenin tanrılığını kabul
etmemekle kalmıyor bunun yanında insanlara tek Efendilerinin ve
Rab’lerinin Allah olduğunu ilan edip bütün diğer yarı-tanrıların ve
liderlerin hâkimiyetlerini önemsememelerini sadece Allah’a boyun
eğmelerini de söyleyerek suç işliyordu.
Böylece, kendini mahkum ettiği göçebe hayatının gençliği Filistin,
Mısır ve Arabistan’ın sınırsız çöllerinde geçti.
Hayatının son döneminde, seksen altı yaşında çocuğunun olmasından
artık ümit kesmişken Allah ona İsmail’i verdi. Fakat o zaman bile
Allah’ın bu sadık kulu kendini evine adayıp en azından çocuğunun
geçimini sağlamayı düşünmedi. Hayır.
Tek düşüncesi uğruna bütün hayatını harcadığı görevinin ölümünden
sonra da sürdürülmesiydi. Bu amaçla Allah’tan kendisine çocuklar
vermesini istedi. (Bakara, 2/128) Allah bu isteğini kabul edince tek
amacı çocuklarını kendi davasını devam ettirmeleri için eğitmekti.
Bu mükemmel adamın hayatı doğru ve saf bir Müslümanın hayatıydı.
Olgunlaşmaya başladığı ilk yıllarda Allah ondan İslâm’a girmesini ve
tamamen O’na teslim olmasını istedi. Ve Hz. İbrahim şöyle söz verdi:
‘Eslemtu li-rabbi’l-âlemin’, İslâm’a girdim, âlemlerin Rabbi’ne aitim,
kendimi tamamıyla O’na teslim ediyorum, her zaman itaat etmeye
hazırım. (Bakara, 2/13)
İbrahim bu söze hayatı boyunca sadık kaldı. Âlemlerin Rabbi için
atalarının diniyle birlikte onların inançlarını ve ayinlerini de bıraktı ve
bunların kendine sağlayabileceği maddi çıkarlara arkasını döndü. Ateşin
tehlikesini göğüsledi, evsiz kaldı, ülkeden ülkeye dolaştı ama bütün
hayatını Allah’a itaat ederek ve O’nun dinini tanıtarak geçirdi.
Fakat bütün bu sıkıntılardan sonra bile geriye İbrahim’in Allah’a olan
sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde olup olmadığını belirlemek için
yapılacak son bir deneme kalıyordu. İkinci oğlu doğmadan önce ondan
birinci çocuğunu kurban etmesi istendi (Saffat, 37/99-111) İbrahim
oğlunu Allah için kendi elleriyle kesmeye hazırlandığında Allah şöyle
seslendi: “Tümüyle gerçek bir Müslüman olduğunu kanıtladın. Şimdi
bütün dünyanın lideri olmayı hakettin.” Böyle bir görevin verilmesi
Kur’an’da şöyle açıklanır:
İbrahim’in Rabbi onu birkaç kelime ile denemiş, İbrahim de onları hakkıyla yerine
getirdiğinden ona ‘Seni insanlara önder yapacağım’ demiş, İbrahim ‘zürriyetimi de mi?’
deyince Allah ‘zalimlere rahmetim erişmez.’ demişti. (Bakara, 2/124).
Bu davranışıyla İbrahim, dünya çapında bir İslâmî hareketin öncüsü
oldu ve değişik bölgelerde kalıcı misyonlar oluşturmaya başladı. Bu
görevi gerçekleştirmesinde ona yeğeni Lût, Allah’ın kendisini kurban
olarak istediğini öğrendiğinde boynunu bıçağın altına isteyerek uzatan
büyük oğlu İsmail ve küçük oğlu İshak yardım ettiler.
İbrahim yeğeni Lût’u ahlaki bozukluğuyla kötü bir ün yapmış
Sodom’a gönderdi. İbrahim’in amacı insanları kötü huylarından
vazgeçirmek ve aynı zamanda geniş bir çevreyi etkisi altına almaktı;
İran, Irak ve Mısır arasında gidip gelen tüccarlar o bölgeden
geçiyorlardı ve Allah’ın çağrısını yaymak için en uygun bölge orasıydı.
Küçük oğlu İshak Filistin’e yerleşti. Bu bölge Suriye ve Mısır
arasında, deniz kıyısında ve İbrahim’in haberlerini yaymak için çok iyi
bir merkezdeydi. İslâmî hareket bu bölgeden, İshak’ın oğlu Yakup
(diğer adı İsrail Allah’ın rahmeti üzerine olsun) tarafından Mısır’a
ulaştı.
Küçük oğlu İsmail Mekke’deki Hicaz’da bir merkez kurdu ve
İbrahim’in kendisi de onunla birlikte kalarak İslâm’ı bütün Arabistan’a
tanıttı.
İbrahim ve oğlu İslâmî hareketin merkezi olan Mekke’de Allah’ın
seçtiği yere kutsal Kâbe’yi inşa ettiler. Bu yapının diğer kuruluş amacı,
onu İslâmî hareketin bütün dünyaya yayıldığı bir merkez haline
getirmek, dünyanın her tarafından gelen inananların toplu halde ibadet
etmek ve daha sonra ülkelerine dönerek İslâm’ı oralara götürmek üzere
toplandıkları bir buluşma noktası olmasını sağlamaktı.
Bu toplantının ismi hacdı. Bu merkezin nasıl kurulduğu, baba ve
oğulun duvarları hangi umutlarla ve dualarla ördükleri ve haccın nasıl
başladığı Kur’an’da şöyle anlatılır:
İnsanlar için ilk kurulan ev Mekke’deki evdir ki kutludur ve bütün milletler için
doğruluğun kaynağıdır. Onda nice apaçık işaretlerle İbrahim’in makamı vardır. (Âli
İmran, 3/96-97)
Görmüyorlar mı ki etrafındaki insanlar zorla kapışılırken haremi emniyet içinde
yüzdürdük. (Ankebut, 29/67)
Çevresinde pek çok soygun, cinayet, yağma, çatışma ve savaşlar
olurken, Kâbe’nin içinde ve yakın çevresinde her zaman barış hüküm
sürdü. O kadar kutsal bilindi ki, hiç bir kural tanımayan bedevîler bile
babalarını katilini bile görmüş olsalar Kâbe’nin çevresine
yaklaşamadılar.

HZ. İBRAHİM’İN DUALARI
Haccın gerçek anlamını ve önemini bulmak için Hz. İbrahim’in
dualarına bakın:
Biz evi insanlar için toplanma yeri yaptık, onu emin bir yer kıldık. Müminlere
‘İbrahim’in makamını namazgâh edinin. İbrahim ve İsmaile de evimi tavaf edenler,
ibadet için orada kalanlar, ruku ve sucud edenler için temizleyin’ diye emir vermiştik.
Hani İbrahim’de ‘Yarabbi! Burasını emniyet içinde yaşayan bir şehir yap ve Allah’a ve
ahiret gününe iman edenleri (meyve ve hububat gibi) mahsullerle rızıklandır’ demişti.
Hani İbrahim ile İsmail Kâbe’nin temellerini atıp yükseltirken dua etmişlerdi:
Rabbimiz, yaptığımızı kabul buyur. Daima işiten sensin, niyetleri bilen Sensin.
Rabbimiz, ikimizi de yalnız sana teslim olan iki kul eyle. Neslimizden sana itaat eden
bir ümmet yetiştir. Menasıkimizi (haccımızın şeriatını) göster, tevbelerimizi kabul et.
Muhakkak ki tevbeleri kabul edici, bağışlayıcı sensin. Rabbimiz onların içinden öyle bir
peygamber gönder ki onlara senin ayetlerini okusun kitap ve hikmeti öğretsin ve onları
tertemiz eylesin. Muhakkak ki aziz Sensin, hâkim Sensin. (Bakara, 2/125-9).
Hani İbrahim demişti ki: Ey Rabbim Bu şehiri emniyet içinde yaşat! Beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzaklaştır. Ey Rabbim! Onlar insanların pek çoğunu yoldan saptırdı.
Onun için her kim bana uyar, bana katılırsa bendendir. Her kim bana karşı gelirse
muhakkak ki sen esirgeyensin bağışlayansın. Ey Rabbimiz! Neslimden bazısını
mukaddes evinin yanında ekinsiz bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı
dosdoğru kılmaları için insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onları
meyvalarla rızıklandır. Umulur ki şükretsinler. (İbrahim, 14/35-37).
Hani biz İbrahim’e (mukaddes) evinin yerini göstermiştik ve (ona demiştik ki) ‘Bana
hiç bir şeyi eş-ortak koşma, evimi tavaf edenler, ibadet için duranlar, rukû edenler,
sücûd edenler için temizle! İnsanları hacca davet et. Yaya olarak, develere binerek, her
uzak yoldan sana gelirler ki kendilerine ait menfaatleri elde etsinler. Allah’ın rızk olarak
verdiği davarlar üzerinde malum olan günlerde Allah’ın adını ansınlar. Bunların etinden
yiyin ve yoksullara da yedirin. (Hac, 22/26-28).
Kardeşlerim! Bu, İslâm’ın beşinci direği olan haccın başlama
hikâyesidir. Şimdi İslâm’ı tanıtması için görevlendirilen ilk
peygamberin davasını yürütmesi için seçilen merkezin Mekke olduğunu
biliyorsunuz. Kâbe, vaazların dünyanın dört bir yanına yayıldığı, sadece
Allah’a teslim olarak yaşamayı seçmiş tek bir yere ait olan dolaşmaları
için onlara farz kılınmış hac görevini yerine getirdikleri merkez
noktaydı. İmanlı hayatları bir dingile bağlanmış ve bu dingil çevresinde
dönen bir tekerlek gibi olmalıydı.
GERÇEK HACCIN YERLEŞTİRİLMESİ
Müslüman kardeşlerim!
Hac, İbrahim peygamber tarafından Allah’a inananlar için bir
buluşma yeri sağlamak için kurulmuştur. Böylece Mekke’yi dünya
çapında bir İslâmî hareketin merkezi yapmış ve görevini devam
ettirmesi için oğlu İsmail Peygamber’i yerine bırakmıştır.
Hz. İsmail’in çocuklarının ne kadar doğru yolda kaldıklarını tam
olarak yalnızca Allah bilir. Fakat İbrahim ve İsmail öldükten sonra
birkaç yüzyıl içinde insanlar kendilerine öğretilenleri unutmuş ve yavaş
yavaş yoldan çıkmışlardır. Sadece Allah’a ibadet edilen bir merkez
olarak kurulan kutsal Kâbe’ye yüzlerce put yerleştirildi. Acı olansa
hayatlarını putperestliği kökünden söküp atmak için harcamış olan
İbrahim ve İsmail’in de putlarının yapılmasıydı. Bütün putlara tapmayı
reddedenler, Lat, Menat, Hubel, Nasr, Yeuk, Uzza, Asaf, Naile gibi
putlara tapmaya başladılar. Aynı zamanda Güneş’e, Ay’a Venüs’e ve
Satürn’e cinlere, hayaletlere meleklere ve ölenlerin ruhlarına da
tapıyorlardı. Batıl inançlar öyle bir sınıra gelmişti ki evden uzak olanlar
tapacak birşey bulamadıkları zaman yolda buldukları taşlara
tapıyorlardı. Eğer uygun bir taş bulamazlarsa keçi sütüyle karıştırdıkları
çamurdan yapılmış topa bile tanrı gibi tapıyorlardı. İbrahim’in Irak’ta
ölesiye savaştığı din adamlarının benzerleri ortaya çıkarak Kâbe’yi bir
çeşit tapınak haline getirmişler ve kendilerini de buraya görevli olarak
yerleştirmişlerdi. Halk da bunların hilelerini benimseyerek Arabistan’ın
dört bir yanından gelen hacıların hediyelerini ve kurbanlarını kabul
etmeye başlamışlardı. Böylece İbrahim ve İsmail’in gerçekleştirdikleri
herşey yıkılmış, meydana getirdikleri hac yöntemi yerini başka
amaçlara hizmet eden bir sisteme bırakmıştı.
Senelik bir şenliğe dönüştürülmesinden haccın cehalet döneminde
nasıl bozulduğuna dair bir fikir verebilir. Yakındaki ve uzaktaki pek çok
kabile için hac önemli bir sosyal alan olmuştu. şairler ve palyaçolar
kabilelerinin kahramanlıklarını, şöhretlerini, saygınlık, güç ve
cömertliklerini överlerdi. Birbirlerine hakaret bile ederlerdi. Kabile
şefleri cömertlik gösterilerinde birbirleriyle yarış ederlerdi. Kendilerini,
cömertliklerini ve konukseverliklerini göstermek için deve üstüne deve
keserlerdi. şarkı söyleme, eğlence, içki ve zina bu şenliklerin birer
parçasıydı. Allah pek az kişinin aklına geliyordu.
Kâbe’nin tavafı devam etti fakat ne şekilde? Kadınlar ve erkekler
çıplak olarak ve “Biz de bizi doğuran annelerimiz gibi Allah’tan önde
gideriz diyerek, Allah’ın Evi’nin etrafında dolaştılar. İbrahim’in
camisinde ibadet devam etti ama nasıl? El çırparak, ıslık ve boru
çalarak. Allah’ın adı anıldı ama hangi sözlerle? “Burada huzurundayım
Allah’ım. Sana ait olanlardan başka ortağın yoktur. Senin yarattığın
sahip olduğu herşeyin efendisidir.” diyerek.
Allah adına kurbanlar kestiler. Allah’ın ete ve kana ihtiyacı olduğu
inancıyla kurban edilen hayvanların kanı Kâbe’nin duvarlarına serpildi
ve etleri de kapılarına asıldı.
İbrahim hac yapılabilecek dört ayı kutsal ilan etti ve bu aylar içinde
savaş yapılmamasını emretti. İnsanlar bu emre bir süre uydular ama bu
aylarda savaşmak istediklerinde İbrahim’in kurallarını belirli bir süre
için geçersiz ilan ettiler ve gelecek yıla fazladan kutsal aylar ilave
ettiler.
Dine samimiyetle inanan kişiler bile, cahillikleri yüzünden garip ve
aşırı yollara saptılar. Bazı insanlar yolculuk hazırlığı yapmadan hac için
yola çıkıyor ve yollarda dilenerek yaşıyorlardı. Bunu bir çeşit dindarlık
sayıyor Allah’ın Evi’nin yolunda O’na tamamen güvendiklerini ve hiç
bir dünyevi şeye ihtiyaç duymadıklarını iddia ediyorlardı. Hac
yolculuğu boyunca çalışmak ya da ticaret yapmak genellikle yasa dışı
olarak kabul ediliyordu. Pek çok kişi hac boyunca yiyip içmeyi
bırakıyor ve bu hareketi ibadet sayıyorlardı. Bazıları da hac boyunca
konuşmayı bırakıp sessiz hac yapıyorlardı.
Anlatarak vaktinizi harcamak istemediğim bunlar gibi sayısız adet
vardı.
Bu durum iki bin yıl kadar sürdü. Bu uzun zaman dilimi içinde
Arabistan’da ne bir peygamber doğdu, ne de bir peygamberin
öğrettikleri bu topraklara ulaştı. Ve sonunda İbrahim’in Kâbe’nin
duvarlarını örerken ettiği dua kabul oldu:
Rabbimiz! Onların içinden öyle bir peygamber gönder ki onlara senin ayetlerini okusun,
kitap ve hikmeti öğretsin ve onları tertemiz eylesin. (Bakara, 2/129).
İbrahim’in soyundan olan bu kusursuz insan Muhammed bin
Abdullah’tı. İbrahim’in din adamlarından oluşmuş bir aile içinde
doğması gibi Muhammed’de yüzyıllardır Kâbe’de önderlik yapan bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. O da İbrahim gibi ailesinin dini
yaşantısını bir kenara iterek sonunda onu kökünden söküp attı. İbrahim
sahte tanrılara ibadete son verip insanları aynı Allah’a itaat etmede
biraraya getirdi ve Hz. Muhammed de onun getirdiği aynı saf dini
canlandırdı. 21 yıl sonra, görevini tamamladığında Allah’ın emriyle bir
kez daha Kâbe’yi bütün dünyada sadece Allah’a teslim olanların
merkezi olarak ilan etti ve Hz. İbrahim gibi o da insanlara hac için
buraya gelmeleri çağrısını yaptı:
Bu eve haccetmeye yol bulabilen insanların onu ziyaret etmeleri Allah’a karşı borçtur.
Kim bunu inkar ederek kâfir olursa (varsın küfretsin); çünkü Allah bütün âlemlerden
müstağni (onların ibadetlerine asla muhtaç değil) dir. (Âli İmran, 3/97).
Haccın uygun şekliyle yenilenmesi, iki bin yıldır süren cehalet
döneminin geleneklerine son verdi. Kâbe’deki bütün putlar kırıldı.
Allah’tan başka herhangi bir nesneye tapmak tamamen yasaklandı.
Bütün gösterişli işlere ve eğlencelere son verildi ve sadece Allah
tarafından emredilen şekilde ibadetler yerleştirildi.
Siz evvelce yoldan sapmış olduğunuz halde Allah size nasıl doğru yolu gösterdiyse siz
de O’nu o yolda anın. (Bakara, 2/198).
Bütün ahlaksızca hareketler kesinlikle yasaklandı.
Kim bu aylarda haccı ifaya azmederse, artık hac da kadına yaklaşmak, ona kötü söz
söylemek, günah işlemek, kavga çıkarmak yasaktır. (Bakara, 2/197).
Şairler arasındaki anlaşmazlıklar, atalarının başarılarını öven şiir
yarışmaları ve dalkavukluk yasaklandı:
“İbadetinizi tamamladıktan sonra (vaktiyle) atalarınızı andığınız gibi hatta daha kuvvetli
bir anışla Allah’ı anın. (Bakara, 2/200).
Sahte cömertlik gösterisi olan ve sadece şöhret sağlamak için
gerçekleştirilen bütün yarışmalar yasaklandı ve onun yerine İbrahim’in
zamanında olduğu gibi fakir hacılara et sağlamak amacıyla ve sadece
Allah adına hayvan kurban edilen günler geldi.
Yiyin için, israf etmeyin. şüphesiz ki Allah israf edenleri sevmez. (Araf, 7/31).
Onlar saf halinde dururken Allah’ın adını (anarak kes) anın. Onlar yan üstü yıkılınca
etlerinden siz de yiyin, kanaatkâr fakiri de dileneni de yedirin. (Hac, 22/36).
Kurban edilen hayvanların kanlarının Kâbe’nin duvarlarına sürülmesi
etlerini kapısına asılması durduruldu.
Onların etleri de kanları da hiçbir zaman Allah’a erişmez. Sizden yana Allah’a erişen
sizin takvanızdır. (Hac, 22/37).
Çıplak bir halde Kâbe’yi tavaf etmek kesinlikle yasaklandı:
De ki: Allah’ın kullarına yarattığı ziyneti, rızkın temizini ve iyisini kim haram etmiştir?
(Araf, 7/28).
De ki: Allah ahlaksızlığı emretmez. (Araf, 7/28).
Ey Ademoğulları her mescitte (her namaz kıldığınızda) ziynetlerinizi çıkarın.(Araf,
7/31).
Savaş yapabilmek için hac aylarını değiştirmek yasaklandı.
Haram ayı geciktirmek, küfrü arttırmaktan başka bir şey değildir. Kâfir olanlar bununla
sapıyorlar. Bir sene haram ayı geciktirmeyi helâl, diğer sene haram sayarlar ki Allah’ın
haram kıldığı ayların sayısına uygun getirsinler de Allah’ın haram kıldığını helâl
eylesinler. (Tevbe, 9/37).
İnsanların gerekli hazırlıkları yapmadan hac için yola çıkmaları
yasaklandı. Sadece bu dünyadaki yolculuk için değil aynı zamanda
ahiret için de hazırlık yapılması gerektiği açıklandı:
Azık edinin muhakkak ki azığın en hayırlısı takvadır.(Bakara, 2/197).
Hac sırasında çalışmamanın dindarlık sayılması yolundaki yaygın
inanç çürütüldü.
Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur. (Bakara, 2/198).
Haccı konuşmayarak, aç ve susuz kalarak yerine getirme
geleneklerine son verildi.
Hac İslâm’dan önceki bütün adetleri kaldırarak, yeni bir dindarlık
örneği, Allah korkusu, saflık, basitlik ve sadelik getirdi. Hacılara
ruhlarını temizlemeleri, dünyevi şeyleri bırakmaları, bütün cinsel
arzulardan hatta eşleriyle bile ilişki kurmaktan kaçınmaları ve kötü bir
dille konuşmamaları emredildi.
Zengin ve fakirin eşit olması, ulusal farklılıkların ortadan kalkması ve
Allah’ın huzuruna herkesin aynı sadelik içinde varması için hacıların
ihram adı verilen dikişsiz elbiselerden almadan yollarına devam
etmemelerini sağlamak amacıyla Kâbe’ye giden yollarda bazı sınırlar
belirlendi.
İhram giydikten sonra değil insan, bir hayvanın bile öldürülmesi
yasaklandı. Amaç barış ve güvenliğin devamlılığını sağlamak,
saldırganlığı kontrol altına almak ve hac ruhunu akıllara ve gönüllere
yerleştirmekti. Hac zamanında hiçbir savaş olmaması Kâbe’ye giden
yollarda barışın hüküm sürmesi ve yoldaki hacıların rahatsız olmaması
için dört kutsal ay boyunda savaşmak yasaklandı.
Hacılar Kâbe’ye vardıklarında hiçbir eğlence yapılmadı. Onun yerine
her adımda Allah hatırlandı. Namaz kılındı, kurban kesildi ve Kâbe
tavaf edildi. İnsanın duyabileceği tek haykırış hacının kalbinden
yükselendi:
Senin emrindeyim. Senin huzurundayım. Senden başka ilah yoktur ve ben senin
emrindeyim. Bütün güzellikler, büyüklük ve güç senindir. Senden başka ilah yoktur.
Böylesine içten bir haccı Hz. Muhammed şöyle açıklamıştır:
Kim haccı sadece Allah rızası ve O’nun birliği için yerine getirip, şehvetten ve
itaatsizlikten kaçarsa, oradan yeni doğmuş bir çocuk gibi tertemiz ayrılır. (Buhari,
Müslim)
Şimdi haccın ne kadar önemli olduğuna bakalım, Allah diyor ki:
Bu eve haccetmeğe yol bulabilen insanların (onu ziyaret etmeleri) Allah’a karşı borçtur.
Kim bunu inkâr ederek kâfir olursa varsın küfretsin. Çünkü Allah bütün âlemlerden
müstağni (onların ibadetlerine asla muhtaç değil) dir. (Âli İmran, 3/97)
Burada imkân varken hacca gitmemek küfür olarak açıklanıyor. Bu
Peygamberimiz’in iki hadisinde de belirtilmiştir.
Allah’ın Evi’ne yolculuk etmek için durumu müsait olan fakat buna rağmen hac
görevini gerçekleştirmeyen kişi bir Musevî ya da Hıristiyan gibi ölür. (Tirmizî).
Karşılanması gereken acil ihtiyaçların yönetimi altında olduğu zorba hükümdara ve
yakalandığı ciddi hastalığa rağmen hacca gitmekten vazgeçmeyen biri de bu durumda
haccını gerçekleştirmese bile bir Musevi ya da bir Hıristiyan gibi ölür. (Darimi).
Hz. Ömer de bir keresinde şöyle söyler:
Keşke imkânları olduğu halde hacca gitmeyenlerden cizye (Müslüman olmayanların
askerlikten muaf tutulmaları için ödedikleri vergi) alabilseydim. Onlar Müslüman
değiller, onlar Müslüman değiller.
Allah’ın emirleri, Peygamber’in ve halifelerinin açıklamaları
sayesinde haccın kişinin isteklerine bağlı olarak gerçekleştirilen bir
ibadet şekli olmadığını açıkça görebilirsiniz. Dünyanın neresinde olursa
olsun, hac, sağlık durumu ve mali durumu elverişli olan her Müslüman
için zorunludur. Aileye ve işe karşı olan sorumluluklar bahane edilemez.
Durumu uygun olduğu halde her sene hacca gitmeyi türlü bahanelerle
erteleyen kişi, imanının sağlamlığından şüphe etmelidir. Hacca gitmeyi
hiç düşünmeyen fakat dünyayı dolaşmayı hiç ihmal etmeyen kişilere
gelince; Avrupa’ya yolculukları sırasında birkaç saatliğine Mekke’den
geçseler bile bu insanlar Müslüman değildirler. Eğer kendilerine
Müslüman diyorlarsa yalan söylemiş olurlar ve onları Müslüman sanan
insanlar da Kur’an’ı bilmiyorlardır. En azından kalpleri Allah’a itaat
duygusundan yoksundur ve O’nun emirlerine inançları yoktur.

NEFSİN YENİLENMESİ
Müslüman Kardeşlerim!
Haccın faydaları nelerdir? Bu en ince ayrıntısına kadar açıklanabilir.
Fakat Kur’an’da Allah İbrahim’e insanları hacca çağırmasını
emrettiğinde şöyle söyledi:
De ki kendilerine ait menfaatleri elde etsinler. (Hac, 22/28).
Bu nedenle haccın gerçek faydası, bizzat hacca giderek elde
edilebilir. İmam Ebu Hanife’nin İslâm’ın emrettiği çeşitli ibadet
şekilleri içinde en mükemmelinin hangisi olduğuna karar veremediği
söylenir. Fakat bir kere hacca gidince en mükemmel ibadetin hac
olduğunu hiç tereddüt etmeden söylemiştir.
Şimdi size onun faydaları hakkında kısaca bir fikir vereceğim.
Genellikle iki amaçla yolculuk edersiniz: iş için ve zevk için. Her iki
durumda da dünyevi isteklerinizi gerçekleştirmek ve kazanç sağlamak
için evinizden ve ailenizden ayrılır ve para harcarsınız; hepsini kendiniz
için yaparsınız. Yüce bir amaç için çaba harcamazsınız.
Fakat hac yolculuğu çok daha değişiktir. Kişisel bir amacı yoktur. Bu
yolculuğa sadece Allah için ve O’nun emrettiği görevi yerine getirmek
için çıkılır. Hiç kimse içinde Allah sevgisi ve korkusu olmadan ve
Allah’ın bunu kendinden istediğine ikna olmadan bu yolculuğa çıkmaz.
Büyük harcamalar gerektirecek ve karşılığında hiç bir maddi çıkar
sağlamayacak, aynı zamanda sizi işinizden ayırarak zarar getirecek, aile
hasreti çekmenize neden olacak bir yolculuğa seve seve katlanmak
sahip olduğunuz bazı niteliklerin göstergesidir: Bu, Allah’ı sevdiğiniz
ve O’ndan korktuğunuz, O’na hizmet duygusu taşıdığınız, çağrısına
karşılık vermeye ve maddi rahatınızı O’nun yolunda feda etmeye hazır
olduğunuz anlamına gelir.
Sadece Allah’ı memnun etmek için hac yolculuğuna çıkmaya
hazırlanırken Allah’a olan sevginizin büyüdüğünü görürsünüz. Bütün
kalbinizle hissettiğiniz amacınıza erme özlemiyle düşünceleriniz ve
hareketleriniz saflaşır. Geçmiş günahlarınızdan pişmanlık duyar, hatalı
davrandığınız insanlara yaptığınız haksızlıklardan dolayı Allah’ın
karşısında sıkılmamak için onlara karşı olan sorumluluklarınızı yerine
getirmeye çalışırsınız. Yani iyi işler yapma isteği kötü işlerden kaçınma
duygunuzu güçlendirir.
Evinizden ayrıldıktan sonra Allah’ın Evi’ne yaklaştıkça iyilik yapma
isteğiniz artar. Diğerlerine yardım ve hizmet ederken kimseyi
incitmemek için dikkatli olursunuz. Allah’ın yolunda gittiğinizden
dolayı; kötü sözlerden, ahlaksızlıktan, aldatmacadan ve münakaşadan
kaçınırsınız. Böylece bütün yolculuğunuz bir ibadet haline gelir. O
zaman nasıl hata yaparsınız? Diğerlerinin aksine bu yolculuk kişinin
nefsinin gelişen bir saflık kazandığı bir süreçtir. Bu süreç yolculukla
başlar ve Allah’ın hacıları olarak sürdürdüğünüz hayatınız boyunca
devam eder.
Hacı Mekke yolunda belirli bir noktaya geldiğinde iki dikişsiz
parçadan oluşmuş basit bir elbise olan İhramı ve bir çift sandalı giymek
zorundadır. İhram giymek şunu belirtir: Dünyadaki mevkiiniz ne olursa
olsun Allah’ın huzuruna kalbinizle ve görünüşünüzle bir dilenci, bir
yoksul gibi çıkmalısınız. Renkli elbiselerinizi çıkarıp basitlerini
giymelisiniz, çorapsız, başı açık olmalı, parfüm kullanmamalı, saçınızı
taramamalısınız. Eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmamalı, istek
uyandıracak hareketlerden kaçınmalısınız. Avlanmamalı, avlanana
yardım etmemelisiniz.
Bu tür davranışları benimsemek sizin iç dünyanızı da etkiler. Bir
derviş ruhu geliştirirsiniz. Gururunuz kaybolur ve içinizde bir alçak
gönüllülük ve huzur büyür. Dünyevi zevklere dalmaktan dolayı
ruhunuzu kirleten kötülükler yok olur ve hareketlerinizle duygularınıza
bir dindarlık hâkim olur.
İhramı giydikten sonra hacı her namazdan sonra, bir tepeye çıkarken,
inerken diğer hacılarla karşılaştığında, sabah uyandığında yüksek sesle
bazı sözleri tekrar eder. Bunlar şu sözlerdir:
Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şeriyke leke lebbeyk. İnne ‘l-hamde ve ‘nni’mete leke ve ‘l-mülke la şeriyke lek.
Allah’ım! Burada senin huzurunda ve senin emrindeyim. Senin huzurundayım. Senden
başka ilah yoktur ve ben senin emrindeyim. Bütün güzellikler, büyüklük ve güç
senindir. Senden başka ilah yoktur.
Bu aslında dört bin yıldan daha uzun bir zaman önce İbrahim
Peygamber’in genel çağrısına verilen bir cevaptır: Ey Allah’ın kulları!
Allah’ın Evi’ne gelin. Dünyanın her köşesinden yürüyerek ya da
vasıtayla gelin.
Böylece hacı her lebbeyk dediğinde Allah’ın çağrısını cevaplamış
olur; Allah’ın İbrahim ve İsmail zamanından beri yaptığı gerçek ibadet
hareketi çağrısına sıkı sıkıya bağlanır. Dört bin beş yüz yıllık mesafe
kapanır ve sanki Hz. İbrahim Allah adına çağrı yapıyor ve hacı da bu
çağrıyı cevaplıyor gibi olur.
Her adımda İbrahim’e cevap veren hacı gittikçe ilerler, özlem ve
keder gittikçe yoğunlaşır. Her inişte ve çıkışta diğerlerinin sesi
kulaklarında çınlar ve onları tekrar takrar lebbeyk sözüyle karşılar. Her
hacı grubu ona Rabbinden haber getirir gibidir; ve sevdiğinden haber
alan bir aşık gibi haykırır: “Buradayım, buradayım”. Her sabah
dostundan haber gelir ve o O’na “hizmetindeyim” der.
Sürekli lebbeyk haykırışları, yolculuğun kendine has özelliği olan
derviş elbisesi ihram ve Kâbe’ye gittikçe daha yakın olma duygusu
hacıya ilahi bir aşkla kuşatılmış olduğu hissini verir; artık onun kalbinde
dostundan başka kimseye yer yoktur.
Böylece Allah aşkıyla dolan hacı Mekke’ye ulaşır ve hemen
çağrıldığı kutsal bölgeye doğru hareket eder. Dostunun evinin eşiğini
öper. Sonra hayatının ve imanının merkezi etrafında tekrar tekrar döner.
Her dönüşü “eşiği” öperek başlatır ve bitirir. Bu Rabbine olan bağlılık,
sadakat ve itaatin yenilenmesi anlamına gelir.
Yedi turu tamamladıktan sonra hacı, İbrahim’in insanları Allah’ın
Evi’ne çağırdığı, Makam-ı İbrahim adı verilen yerdeki taşın yanına
gider ve iki rekat şükür namazı kılar.
Makam-ı İbrahim’den Safa tepesine doğru yürür ve oradan Kâbe’ye
dönerek şöyle seslenir:
Lâ ilahe illallah ve lâ na’budu illâ iyyâhu muhlisîne lehü ‘d-dîne ve lev kârihe ‘lkâfirûn. Allah’tan başka ilah yoktur. Kâfirler hoşlanmasa da sadece O’na itaat ve ibadet
ederiz.
Daha sonra Safa ve Merve arasında gidip gelir. Bu hacının Allah’a hizmet etmek ve
O’nun sevgisini kazanmak için gösterdiği çabayı simgeler. Sa’y süresinde şu sözler
söylenir:
Allahümme ista’milnî bi sünneti nebiyyike ve teveffenî ‘alâ millâtihi ve ‘iznî min
mudillâti ‘l-fiten.
Allah’ım peygamberinin yolunda yaşamam ve ölmem için bana yardım et. Beni yoldan
çıkaracak sınamalardan koru.
Ya da aşağıdaki sözleri okur:
Rabbi’ğfir ve’rham ve tecâvez ‘ammâ ta’lem, inneke ente’l-Azîz’ül-Ekrem.
Ey Rabbim! Sen hatalarımı bilirsin, bağışla ve rahmet et. Sen en yüce ve en büyük
olansın.
Say’ı tamamlarken hacılar Allah’ın yolundaki askerler gibi olurlar.
Şimdi, altı gün boyunca kamp hayatı yaşamak zorundadırlar. Bir gün
Mina’da konaklarlar. Daha sonra Arafat’ta ve sonra da Müzdelife’de
konaklarlar.
Şafakta hacılar Mina’ya doğru yürürler ve Yemen’in Hıristiyan kralı
Ebrehe’nin Eshabi’l-fil (fil insanları) olarak bilinen ordusunun Kâbe’yi
yıkmak üzere geldiği yerdeki kolonlara taşlar atarlar. Allah için savaşan
askerler attıkları her taşta şu sözleri söylerler:
Allahü ekber, rağmen li ‘ş-şeytâni ve hizbihi. Allahümme tasdiken bi kitâbike ve
ittiba’en li sunneti nebiyyik.
Allah en büyüktür. Allah’ım! Kitabının doğruluğuna şehadet ederek ve Peygamberinin
yolunu izleyerek bu taşları şaytana ve onun tarafında olanlara atıyorum.
Hacı bu taşları atarak yeminini sağlamlaştırır:
Allah’ım! Dinini yıkmak, sözlerini geçersiz kılmak isteyen herkesle böyle savaşacağım
ve böylece senin sözlerini geçerli kılmak için çaba harcayacağım.
Taşlar atıldıktan sonra hayvanlar kurban edilir. Bu, hacının her zaman
hayatını Allah yolunda feda etmeye azimli ve istekli olduğunu gösterir.
Kurbanlar kesildikten sonra hacılar, görevlerini yapmış ve zaferle
karargaha dönen askerler gibi Kâbe’ye dönerler. Kâbe’yi bir kez daha
tavaf edip iki rekat namaz kıldıktan sonra ihramı çıkarırlar ve tören
sırasınca haram sayılan bazı şeyler üzerindeki yasaklar kalkar ve hacılar
normal yaşamlarına devam ederler.
Sonra tekrar Mina’ya giderek orada iki ya da üç gün kamp yaparlar.
Ertesi gün tekrar şeytan taşlarlar. Bu taşlara Cemre denir ve biraz önce
söz ettiğimiz fil ordusunun imha edilişini ve yenilişini temsil ederler. Bu
ordu Hz. Muhammed’in doğduğu sene, hac zamanında Allah’ın Evi’ni
yıkmak için Mekke’ye girmiş ve Allah’ın emriyle kuşlar tarafından
taşınan taşlarla yokedilmiştir.
Taşlar atıldıktan sonra, üçüncü günün sonunda hacılar Mekke’ye
dönerler ve dinlerinin merkezi Kâbe’yi yedi kez daha tavaf ederler. Bu
Veda Tavafı’dır ve haccın bittiğini gösterir.
Şimdi iki, üç ay boyunca ve hacıların karar verdikleri ve hacc için
hazırlanmaya başladıkları zamandan eve dönüşlerine kadar olan süre
içinde duygu ve düşüncelerinin ne kadar çok etkilendiğini daha kolay
anlayabilirsiniz. Hac süreci zamandan, paradan, rahattan ve pek çok
fiziksel arzu ve zevkten fedakârlık etmeyi gerektirir ve bütün bunlar hiç
bir kişisel ya da dünyevi bir amaç için değil sadece Allah rızası içindir.
Dindarlık ve erdem taşıyan bir hayatla birlikte Allah’ın sürekli
hatırlanması, özlenmesi ve sevilmesi hacının kalbinde yıllarca
silinmeyecek izler bırakır. Hacı, hac sırasında attığı her adımda Allah’a
itaat ve teslimiyet yolunda sahip oldukları herşeyi feda edenleri ve
bıraktıkları izleri görür. O insanlar bütün dünyaya karşı savaşıp zorluk
ve işkence çektiler, yasaklamalara maruz kaldılar fakat sonunda
Allah’ın emirlerini herşeyin üstüne çıkarıp insanlardan Allah’tan başka
varlıklara inanmalarını isteyen karşı güçleri alt ettiler.
Kendini Allah’a adamış biri cesaret ve kararlılıkla verilmiş bir dersin
ve Allah yolunda çaba harcamanın sürükleyici kuvvetinin açık izlerini
ve ilham veren örneklerini başka hiç bir yerde bu kadar kolaylıkla
bulamaz. Kâbe’yi tavaf ederken bağlılığın artması, hac boyunca bir
mücahid hayatı eğitimi alması (bölgeden bölgeye dolaşmalar), haccın
hacıya sağladığı faydalardır.
Namaz’a, oruçla ve zekâtla birleşip bir bütün olduğunda haccın,
İslâm’ın Müslümanlardan istediği büyük göreve hazırlık teşkil ettiğini
göreceksiniz. Bu yüzden sağlık durumu elverişli ve parası olan herkesin
Kâbe’yi ziyaret etmesi zorunludur. Bu, Müslümanların her çağda bu
eğitimi almasını sağlar.
Haccın, kişinin ruhunda ve ahlakında meydana getirdiği gelişme ve
güzellikler gözünüzün önündedir. Fakat haccın Müslümanlar tarafından
bireysel olarak gerçekleştirilmediğini gözönünde bulundurmazsanız
faydalarını da tam olarak anlayamazsınız. Hacc görevi belirlenen
zamanda, yüzlerce, binlerce insan tarafından hep birlikte yerine getirilir.
Bir hareketle bir, iki değil yüz tane amaç gerçekleştirilir.
Namazı yalnız başına kılmanın faydaları elbette ki az değildir, fakat
onu cemaatle ve bir imamın arkasında Cuma ve Bayram namazları için
topluluklar oluşturarak kılmak, getireceği faydaları katlayarak çoğaltır.
Tek başına oruç tutmanın ruh ve ahlak eğitimi için bir kaynak olduğu
şüphesizdir ama Ramazan’da bütün Müslümanların oruç tuttuğunu
bilmek orucun faydalarını çoğaltır. Zekâtın da bireysel olarak
dağıtılışında pek çok faydalar olmasına rağmen İslâm devletinin bir
kuruluşu tarafından toplanması ve dağıtılması yararlarını tahminlerin
üzerinde fazlalaştıracaktır.
Aynı şeyler hacc için de geçerlidir. Kişi tek başına hacc görevini
yerine getirdiğinde bunun hayatındaki etkisi büyük olacaktır. Fakat
bunu toplulukla yapmak, kişiyi önünde yeni ufuklar açılan bir noktaya
yükseltecektir.
TOPLUMUN YENİLENMESİ
Müslüman kardeşlerim!
Hacc görevini yerine getirecek şartlara sahip olan Müslümanlar az
değildir. Her şehirde yüzlerce ve her ülkede binlerce Müslüman bu
durumdadır. Pek çoğu her sene hacc için yola çıkar.
Ramazan ayından Zilkâde’ye kadar dünyanın değişik yerlerinden pek
çok insan yola çıkar, daha sonra Zilhicce’nin sonundan Rebîü’s-sânî
ayına kadar eve dönüş gerçekleştirilir. Bu altı, yedi ay boyunca bütün
dünyada Müslümanlar arasında sürekli bir dini hareket hüküm sürer.
Hacc görevini yerine getirip evlerine dönenler Allah’a bağlılık
duygusuyla dopdolu olurlar. Fakat hacca gitmemiş olanlar bile vedaların
ve karşılamaların duygu yoğunluğu, erdemi ve onlardan dinledikleri
hacc öykülerinin etkisi ile onlar gibi hissederler.
Hacı adayı hacca gitmeye karar verdiği andan itibaren, kalbinde
Allah korkusu, dindarlık, pişmanlık, affedilme isteği ve iyi işler yapma
arzusu uyanır. Ailesi ile, arkadaşları ile ve diğer insanlarla vedalaşıp
yola çıkarken herkes ondaki değişikliği farkeder: Allah aşkı ateşinin
kıvılcımlarıyla saflaşmış ve temizlenmiştir. Hacıdaki bu değişikliğin
çevresindeki insanlar üzerindeki etkisini tahmin etmek zor değildir. Ve
her sene dünyanın her yerinden yüzbinlerce hacı hacca böyle
hazırlanıyorsa bu onların heyecanının ve yenilenmesinin çok sayıda
insanın ahlaki durumlarında bir iyileşmeye neden olması demektir.
Hacıları taşıyan arabaları değişik bölgelerden geçerken gören, onlarla
görüşen ve onlardan lebbeyk (huzurundayım) seslenişini duyan pek çok
insanın yüreği ısınır. Bu şekilde, düşünceleri Allah’a ve O’nun Evi’ne
yönelen ve uyuyan ruhlarında hacca gitme isteği uyanan pek çok kişi
vardır.
Ve hacılar hacc ruhuyla dopdolu olarak, dinlerinin merkezinden
dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan kendi şehirlerine kasabalarına ve
köylerine döndükleri zaman kendilerini evde bekleyenler tarafından
sevgiyle karşılanırlar. Hacıların sözlerinden ve hacc hikâyelerinden
etkilenenlerin yüreğinde ibadet duygusu canlanır.
Böylece Ramazan’da Allah’tan sakınma şuurunun ve dindarlığın
dünya çapında yaygınlaştığını ve bu ayda gerçekleştirilen hac sayesinde
toplumların ve yüreklerin yeniden doğduğunu ve uyandığını söylemek
yanlış olmaz. En akıllı olan Allah bize şeriatı vermiş ve böylece ne türlü
muhalefet olursa olsun, ne kadar kötü zamanlar gelirse gelsin Kâbe
yerinde durdukça İslâmî hareketin silinemeyeceğini garantilemiştir.
Çünkü insan bedeni için kalp neyse İslâm dünyası için de Kâbe odur.
Kalp attıkça insan ölemez. “Dünya’nın Kalbi” de aynı şekilde kanı
bütün damarlardan çeker ve tekrar hepsine yayar. Kalbin bu atışı devam
ettikçe, kanın çekilmesi ve yayılması işlemi sürdükçe, karşılaşabileceği
hastalıklar ne olursa olsun, Müslüman ümmetin bedeninin yaşamına son
vermek imkânsızdır.
Gözlerinizi kapayın ve sayısız topluluk ve ülkelerden, yüz binlerce
değişik yoldan; doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden yola çıkan
insanların tek bir “merkez”e doğru hareket ettiğini hayalinizde
canlandırın. Yüzleri değişiktir, renkleri değişiktir, dilleri değişiktir, fakat
“merkez”in yakınındaki sınıra vardıklarında giydikleri değişik elbiseleri
çıkarıp aynı şekilde dikilmiş basit elbiseler giyerler. Bu tek tip elbiseler
onları aynı sultanın askerleri gibi gösterir. İhram tek varlığa itaatin ve
hizmetin bir sembolü olur; insanlar bağlılıkla bir araya gelir ve tek bir
“merkez”e ve “sultan”a doğru ilerlerler.
Bu üniformalı askerler sınırın ötesine geçtiklerinde ağızlarından aynı
haykırış yükselir:
Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, la şerike leke lebbeyk.
Allahım! Burada senin huzurunda ve emrindeyim. Senin ortağın yoktur. Senin
emrindeyim.
Dilleri değişiktir, fakat söyledikleri sözler ve bu sözlerin anlamları
aynıdır. Merkeze yaklaştıkça hacıların oluşturduğu daire daralır. Değişik
yerlerden gelen kafileler birleşmeye başlar. Namazlarını birlikte ve aynı
şekilde kılarlar. Hepsi aynı elbiseleri giymişlerdir, hepsi bir imam
tarafından yönetilir, hepsi aynı hareketleri yapar, hepsi o anda aynı dili
kullanır, Allahü ekber sözüyle hepsi aynı anda rükuya ve secdeye varır
ve hepsi Arapça Kur’an’ı okuyup dinlerler. Böylece milliyetler, ırklar,
ülkeler arasındaki farklılıklar yok olur ve Allah’a ibadet edenlerin
meydana getirdiği evrensel bir topluluk kurulur.
Hac toplulukları yolda lebbeyk diye hep bir ağızdan seslenirken, her
yokuşta ve inişte aynı sözleri tekrarlarken, çeşitli yönlerden gelen
gruplar aynı seslerle birleşirken ve her namaz vakti ve her güneş
doğuşunda bu söz yankılanırken ferahlatıcı etkisi insana kendisini
unutturan ve kişiyi lebbeyk sözü içinde kaybeden eşsiz bir ortam
yaratılır.
Kâbe’ye vardıktan sonra tavaf başlar, daha sonra Safa ile Merve
arasında gidip gelmek demek olan “sa’y” gerçekleştirilir, sonra Mina’da
kamp yapılır ve liderlerin söylevleriyle Arafat’a doğru yola çıkılır, hep
birlikte Muzdelife’de geçirilen bir geceden sonda tekrar Mina’ya
dönülür; daha sonra şeytan taşlanır, kurban kesilir ve tavaf için tekrar
Kâbe’ye dönülür; sonra da Kâbe’nin etrafında hep birlikte namaz kılınır
bütün bu hareketlerin dünyada başka hiç bir şeyle karşılaştırılamayacak
bir etkisi vardır.
Göze çarpan bir gönül ve amaç birliği, düşünce benzerliği, duygu
uyumu ve içtenlikle, soylu bir iş ve amaç için dünyanın çeşitli
yerlerinden gelen insanların tek bir merkezde toplanmaları İslâm’ın
Âdemoğullarına verdiği en büyük hediyedir. Dünya milletleri uzun
zamandır biraraya geliyorlar, fakat hangi şartlar altında? Birbirlerinin
boğazlarını kestikleri savaşlarda; başka ülkeleri parçalayıp paylaştıkları
barış konferanslarında; ya da birbirlerine aldattıkları, entrika
çevirdikleri, birbirlerine fesat kurdukları Milletler Cemiyeti’nde.
Değişik milletlerden insanların samimiyet ve aşkla, akıl ve ruh
yakınlığıyla, düşünce, hareket ve amaç birliğiyle sadece bir kere değil,
her sene aynı merkezde buluşmaları insanlığın İslâm’dan başka hiç bir
şeyde bulamayacağı bir güzelliktir. Dünyada barışı sağlamak, milletler
arasındaki düşmanlığa son vermek ve kavganın hüküm sürdüğü yerlerde
sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamı yaratmak için daha iyi bir sistem
kurulabilmiş midir?
Haccın barışa olan katkısı bu kadarla bitmez. Hac ve Umre (Hac
mevsimi dışında da yapılan, hac benzeri yolculuk) için belirlenen dört
aylık süre boyunca Kâbe’ye giden bütün yollarda barışı korumak için
çaba harcanmalıdır.
Bu, dünyada kalıcı barışın sağlanması için gerçekleştirilen en büyük
harekettir. Dünya siyasetinin dizginleri İslâm’ın elinde olsaydı hacc ve
umreye engel olabilecek bir durumun ortaya çıkmamasını garanti etmek
müslümanların temel düşüncesi olurdu.
İslâm, bütün dünyaya kıyamete kadar dokunulmaz bir sınır çizmiş,
bir barış şehri vermiştir. Kâbe çevresinde belirli sınırlar içinde, Haram
adı verilen yerde hayvan avlamak, bitkileri koparmak, çalıları budamak
ve yere düşen parçaları toplamak ve en önemlisi insanlara zarar vermek
yasaklanmıştır. İslâm, dünyaya silahlanmanın yasak olduğu, bazı
tahılların ve temel ihtiyaç maddelerinin biriktirilip daha yüksek bir
fiyata satılamadığı ve insanlara kötü davranıp baskı yapanların Allah
tarafından şu şekilde uyarıldığı bir şehir vermiştir:
Onlara acılı cezayı tattıracağız. (Hac, 22/25).
İslâm dünyaya Kur’an’da şu şekilde açıklanan bir şehir vermiştir:
İkamet eden ve ziyaret edenlerin eşit olduğu bir şehir. (Hac, 22/25).
Bu, ordaki insanların eşit olduğu anlamına gelir. Allah’ın
hâkimiyetini tanıyan ve Muhammed’in, yol göstericiliğini kabul eden
herkes ister Amerikalı, ister Afrikalı, ister Çinli veya Hintli olsun İslâm
kardeşidir. Eğer bir insan Müslüman olmuşsa, Mekke’de yaşayanlarla
eşit haklara sahiptir.
Haram bölgesinin durumu, herhangi bir camininki gibidir: kişinin
yürüdüğü yerler kendisine aittir. Hiçkimse bu hakkı onun elinden
alamaz, kiralayamaz, fakat bununla birlikte ömür boyu yaşadığı yer olsa
bile kişinin buraları mülk edinmeye hakkı yoktur. Hiç kimseye satamaz,
kiralayamaz. Bu kişi camideki yerini terk ettiğinde bir başkası bu yeri
doldurmaya hak kazanır.
İşte Mekke’deki Haram’ın durumu da tam olarak böyledir. Hz.
Muhammed, şöyle söylemiştir: “Bu şehre ilk gelenlerin yerleştikleri
yerler kendilerinindir.”
Hz. Ömer de dileyen herkesin girip oturması için ev çevrelerindeki
bahçelere kapı yapılmamasını emretmiştir. Hatta bazı hukukçular
Mekke’de hiç kimsenin ev sahibi olamayacağını ve öldüklerinde bunu
mirasçılarına bırakamayacağını iddia ederler.
Kardeşlerim! Hacca gidin ve size ve iç dünyanıza getireceği
güzellikleri görün. Hiç bir söz onun bütün faydalarını anlatmaya
yetmez; benim size anlatmaya çalıştıklarımdan öğrenecekleriniz kalıcı
değildir.
Şimdi benim acı dolu kalbimi dinleyin!
Biz bugünün Müslümanları elmas madende doğmuş bir çocuk
gibiyiz. Bu çocuk gerçek elmasa sahip olabilir, fakat eğer onlarla birer
taş gibi oynarsa bu elmaslar taş kadar değersiz olur. Bizim İslâm’a
bakışımız da tamamen aynı. Çünkü dünyanın peşinden koştuğu ve sahip
olamamaktan yakındığı hazine Müslüman olan bizlere doğuştan
verilmiş bir erdemdir.
Doğru yolu gösteren, çocukluk yaşlarımızdan itibaren bize
ezberletilen kelime-i tevhide; atalarımızdan zahmetsizce devraldığımız,
kişiyi hayvanlıktan insan olma seviyesine yükselten namaz ve oruç
hakkındaki değer biçilemez kurallarla; dengesizliği halinde insanların
birbiriyle kavgaya düştükleri ekonomik durumu ve aynı zamanda
duyguları da düzene sokup temizleyen, eşi bulunmaz ibadet zekâta
doğuştan sahibiz.
Aynı şekilde hacda bize yüzyıllar öncesinden kalmıştır. Hareketimizi
dünyaya yaymak ve onu sonsuza kadar canlı tutmak için bu muhteşem
ibadetten daha etkili ve güçlü hiç bir şey yoktur. Dünya çapında
gerçekleştirilen bu hareket insanların ırk, renk ve milliyet sınırlarını
aşarak Allah adı altında toplanmalarını sağlar.
Hazinelerle çevriliyiz ama değerlerini bilmiyoruz. Elmaslarla çevrili
olduğu halde onlarla birer taş gibi oynayan cahil bir çocuğa benziyoruz.
Böylesine büyük bir zenginlik ve gücü aptallık ve cahillik yüzünden
ziyan ettiğimizi gördükçe yüreğim kanıyor.
Sevgili kardeşlerim! şu beyiti hepiniz duymuşsunuzdur.
İsa’nın eşeği Mekke’ye gitse
Yine eşek olarak döner.
Bu, İsa gibi bir peygamberin yanında Mekke’ye bile gitse bir eşeğin
değişmeyeceğini, yine önceki gibi eşek kalacağını anlatan bir söz.
Namaz oruç ve hac bize verilmiş olan çok değerli hediyelerdir. Bu
ibadetlerin amacı hayvanları evcilleştirmek değil insanları eğitmektir.
Fakat insanlar yerine getiriyor gibi gözükseler bile bu ibadetlerin özünü
kavrayamıyorlar. Elde edecekleri faydaların farkında değiller.
Büyüklerinden gördüklerini taklit ediyorlar fakat bu anlayış ve ruhsal
içerikten yoksun, göstermelik bir taklit. Bu şekilde gerçekleştirilen
ibadetlerden iyi bir sonuç beklenebilir mi?
Her yıl yüzlerce hacı İslâm’ın merkezine gidiyor ve bu yolculuktan
hiç etkilenmemiş olarak geri dönüyorlar. Bu yüzden geri döndüklerinde
birlikte yaşadıkları insanlar üzerinde de etkileri olmuyor. Daha da
kötüsü pek çoğu kötü alışkanlıklarını ve davranışlarını sürdürerek
sadece yabancıların gözünde değil Müslümanlar arasında da İslâm adını
lekeliyorlar. Sonuç olarak Müslüman gençler haccın değerini
sorgulamaya başlıyorlar.
İslâm yüzyıllardır, yüzbinlerce Müslümanın dünyanın çeşitli
yerlerinden yola çıkıp, köyleri, kasabaları ve şehirleri sözleriyle ve
hareketleriyle inançlarını göstererek geçmelerini ve tek bir şehirde
toplanmalarını sağlamıştır. Taşıdığı güzellikle, böyle bir hareketin
insanları etkilememesi düşünülemez.
Eğer hac görevi, olması gerektiği gibi yerine getirilirse bir kör bile
onun güzelliklerini görebilir, bir sağır bile onun yararlarını işitebilir!
Hac her sene milyonlarca Müslümanın hayatını değiştiriyor ve böylece
binlerce Müslüman olmayan insanı etkiliyor.
Hacdan tam anlamıyla yararlanmak için İslâm’ın merkezinde etkili
ellere, ümmetin bedenine taze kan gönderecek kalplere, çağrısını en
uzak yerlere taşıyarak hacılığı İslâm elçiliğine dönüştürecek beyinlere
ihtiyacımız var. En azından Mekke İslâm’ın yaşayan bir örneği
olabilirdi.
Ne yazık ki bugünkü durum bu değildir. Abbasiler’den Osmanlılar’a
kadar her devirde krallar siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için halkı
güçsüzleştirmeye çalıştılar. Onları bilgi, ahlak ve kültür yönünden en
aşağı seviyeye indirdiler. Sonuç olarak İslâm ışığını dünyanın her
köşesine yayan ülke nerede ise İslâm öncesindeki cehalete geri döndü.
İslâm ve İslâmî hayat hakkındaki bilgiler gittikçe azaldı. Uzak yerlerden
gelip kutsal Harem çevresinde derin bir bağlılıkla bir araya gelenler
sadece cehalet, pislik, açgözlülük, utanmazlık, dünya sevgisi, kötü
davranışlar ve düzensizlik buldular. Varacağımız sonuç şudur ki bugün
hac insanların inançlarını güçlendirmek yerine zayıflatmaktadır.
İbrahim ve İsmail’den sonra yerleşen ve Hz. Muhammed, tarafından
önlenmiş olan dinin kötüye kullanılması tekrar ortaya çıktı. Hükümet ve
hacı rehberleri rahiplerin yönetimini benimsediler. Allah’ın evi onların
mülkü, hac da geçim kaynakları oldu. Hacıları müşteri gibi görmeye
başladılar. Bu müşterileri para karşılığında getirmek için değişik
ülkelerde şirketler kuruldu. Her sene bir komisyoncu ordusu dünyanın
her yerinden müşteri toplamak için Mekke’den ayrılır. Hadisler ve
Kur’an ayetlerinden örnekler gösterilerek insanlar hac için kandırılır.
Amaç onlara Allah tarafından emredilen görevlerini hatırlatmak değil
para kazanmaktır.
Sanki Allah ve Hz. Muhammed haccı, komisyoncuların ve hacı
rehberlerinin para kazanmalarını sağlamak için emretmiş gibidirler.
Kâbe’nin anahtarlarını ellerinde tutan hacı rehberleri ve onların vekilleri
dini ticaret aracı yaparak her alanda hacılığın amacına ters
düşmektedirler. Onlar ve devletin kendisi hac “sanayii”nin
paylaşımcılarıdırlar. Hac ibadetinin yerine getirilmesi paraya bağlanmış
hatta Kâbe’nin kapıları ücret karşılığı açılır olmuştur. Din adamlığını
kaldırmış bir dinin takipçilerinin düştüğü bu durum ne kadar şaşırtıcıdır!
Haccın bir para kaynağı ve ticaret aracı olduğu, kutsal yerlerin kişisel
amaçlarla sömürüldüğü, ilahi emirlerin insanların ceplerini boşaltmak
için kullanıldığı, kişinin yerine getirdiği her dini hareket karşılığında
ücret ödemek zorunda olduğu ve dinin ticaret olduğu yerde gerçek
ibadet ruhu nasıl yaşayabilir?
Bu gerçeklere değinirken niyetim herhangi birisini suçlamak değildir.
Amacım, haccın olağanüstü büyüklükteki ruh, ahlak ve toplumsal güç
kaynağını ciddi biçimde zayıflatan etkenlere dikkat çekmektir. Bu
durumların İslâm’ın zayıflığından kaynaklandığı yolunda bir yanlış
anlamaya kapılmayın. Zayıflık, İslâm’ı gerektiği gibi
uygulamayanlardadır. Bu durum uzman bir doktorun reçetesinin sahte
doktorların eline geçerek yararsız hatta zararlı hale gelmesi gibidir.

7. CİHAD
CİHADIN ANLAMI

Müslüman kardeşlerim!
Namaz, oruç, zekât ve hacc o kadar önemlidirler ki İslâm’ın direkleri
olarak kabul edilirler. Diğer inançlardaki ibadet şekillerine
benzemediklerini iyice anlamalıyız. şekilsel gereklilikleri yerine
getirilerek Allah’ı memnun etme amacı da taşımazlar. Bu ibadetlerin
emredilmesindeki amaç bizi daha büyük bir amaç için hazırlamak ve
daha büyük bir görev için eğitmektir. Şimdiye kadar bu eğitimin
özelliklerini ve bu hazırlığın yöntemlerini bazı ayrıntılarıyla gördük.
Şimdi en önemli soruya gelelim: Her şeyin ötesindeki asıl amaç nedir?
Basit bir açıklama yapacak olursak asıl amaç insanın insan üzerindeki
hâkimiyetine son vermek ve herkesi Allah’ın yönetimi altında
toplamaktır. Hayatınız dâhil sahip olduğunuz her şeyi bu amacı
gerçekleştirmek için ortaya koymanız cihaddır. Fakat bu amacı da size
verilmiş olan diğer görevler gibi unuttuğunuzdan ve bu ibadetlerin
sadece ruhsal yönlerini ele alarak uygulama alanlarını daralttığınızdan
bu kısa açıklamayı anlamak güç olabilir ve daha geniş bir açıklama
gerekebilir.
Bozulmuş kurallar dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağıdır.
Hükümetler güç ve yetki sahibidirler; yasalar çıkarırlar; yönetim
kontrolü onlardadır; polis ve ordu gibi baskı gruplarına sahiptirler.
Kötülükler hükümetlerin izin vermesi sonucunda varolur ve gelişirler.
Daha açıkçası, herhangi bir şeyin geçerli kılınması için gerekli olan güç
hükümetlerdedir.
Örneğin niçin zina ulu orta ve fuhuş açıktan açığa yapılır olmuştur?
Çünkü zina hükümetin gözünde suç değildir. Çünkü yönetimdeki
insanların kendileri de fuhuş yapmaktadırlar. Ama eğer durdurmak
isterlerse bu kötülük gelişemez.
Faiz niçin bu kadar yaygındır? Zengin niçin fakirin kanını emmeye
devam ediyor? Çünkü hükümetin kendisi de faizden kazanç elde ediyor
ve diğerlerine de yardım ediyor. Büyük b